27 Mart 2017 Pazartesi

Olmayan Sevgiliye Mektup

Beyazlık gözlerimi kamaştırıyor. Gece yağan karın üzerinde tek bir pati izi bile yok. Sağlı sollu dizilmiş evlerden dışarı çıkan olmamış bu sabah. Yol bahçelere karışmış, heryer beyaz, herşey dümdüz. Hava üşütmüyor, sakin. Dışarıya davet eden bir ıslığı var sanki dingin. 

Çocukluğumdan kalma bir dürtüdür kar üzerinde ilk iz bırakan olmak. Vakit kaybetmeden giyinip dışarıya çıkıyorum. İlk adımımla bileğime kadar kara gömülüyorum, ikinci adımım ise merdiven basamağının kenarına denk geliyor ve ufak bir düşme riski yaşayıp ayağımı burkuyorum. Burada merdiven basamağı olduğunu biliyordum ama daha taşınalı 2 gün olmuş, yerini tespit etmem için henüz çok erken. Karda ayak izim yerine, düzensiz, sağa sola yalpalamış bozuk düzen izlerim var. Ya düşseydim? Buraya geldiğim günden beri  yediğim hamburgerlerin şaheseri minder üstü oturuş yapıp, kara imza atmış olacaktım. Biliyorum sen seversin, 'yemeğin salçalısı, kadının kalçalısı'nı. Ben yine de kararlıyım, yerleşir yerleşmez ev yemekleri pişirip kilo verme programı uygulamaya. Buraların geleneksel mutfağı hamburger, bizim kebap gibi. Lezzetine doyum olmuyor, yarattığı balina eti (balıktan epey farklı) insana dönüşmek isteyenlere günde 3 öğün tavsiyemdir.

İstanbul'u özlemiyorum. Hele  kar yağdığı zamanki keşmekeş, kirli, zorlu yaşam hallerini hiç hatırlamayayım! Kar apartmanların arasında beyaz mı gri mi? Karda oynamak, ilk izi bırakan olmak için vakit var mı? Arabalar yollarda kalmış mı, kazalar olmuş mu? Okullar tatil mi? Doktora gitmesi gerek  hastalar? Bugün olması beklenen önemli toplantılar, sınavlar... Trafik sıkışıklığı bitmeyen, yaz kış var olan ömür törpüsü İstanbul, yaşatmıyor, sömürüyor, yaşamdan çalıyor... Özellikle trafik yoğunluğu aklıma gelince kalbimin üzerine bir mandafon ineği oturmuş gibi hissediyorum. Hani çocukken La Vaş Kiri (la vache qui rit) peynirlerini bize sevdirmeye çalışan Hollandalı gülen inekler. Bir dönem hepimiz merak edip kırmızı paketli bu ineklerin peynirini, aile bütçesini zorlasa da aldırmış, beğenmeyip kimse görmeden tabağımızda bırakmaya çekinmiş, avucumuzda yer gibi yapıp çöpe atmışızdır o paketi janjanlı peynirleri. O peynire verilen paranın yüreğime oturduğu günlerden kalma belki yüreğim sıkışınca 'mandafon ineği oturmuş gibi' hissetmem.  Hollanda deyince senin aklına Amsterdam ve lale gelmiştir hemen, bilirim munzırlık yaparsın ama ben başka yerleri de düşün istiyorum Utrech, Maasricht, Overijssel...önlüklü, çarıklı, saçları melikli kızları artık yoksa bile, yeşiliyle, doğasıyla güzel sakin huzurlu ülke.

Buz koymaya gerek duymadım, ciddi bir burkulma değil, zaten soğukta yürüyorum, doğal ilkyardım yapılmış oldu. Senin gittiğin ilkyardım kursunda anlatmışlardır, buz iyi gelir burkmalara, çarpmalara, düşüp bir yeri sert vurmalara... Bilmek gerek ilkyardımı, özellikle uzaklara taşınmışsan, yabancısıysan bir şehrin.  Önemlidir hayat, hayat kurtarmak, hayata dokunmak ve hayat değiştirmek. Kimbilir kimler yaşıyor sokağımda, daha karşılaşmadığım komşularım nasıldır?

Artık daha dikkatliyim, yol bile olsa karın altında ne olduğunu görmediğimden temkinli adım atmakta fayda var. Hava üşütmüyor. Yürürken her adımımla karlardan kütür kütür ses geliyor. Acaba karlar için mandafon ineği ben miyim? Yüzümde bir gülümse, derhal kilo vermem gerek. Uzaklarda bir yerden bir rüzgar gülünün sesi geliyor. Yılbaşında seyrettiğimiz Hollywood yapımı filmlerdeki gibi. Sokaklar boş, az sonra Noel baba ve ren geyikleri, kızakla üzerimden uçacak, şansıma bir hediye paketi önüme düşecek. Müzik sesine doğru yaklaştıkça bana kendini hissettirmeyen tatlı rüzgarın, rüzgar gülünü ahenkle konuşturduğunu farkediyorum.  Rüzgarın aşk melodileri. 

Hangi sokaklardan hangi yöne döndüm,şu an evim ne tarafta, bilmiyorum. Geri dönmek için hemen hemen her konuda olduğu gibi yakın dostum cep telefonuma başvuruyorum. Navigasyon adresi girdiğim zaman bana en kısa yürüme yolunu gösteriyor. Gözlerime inanamıyorum, evden bu kadar uzaklaştığımın farkında değildim. Çocuk gibi hissediyorum kendimi, yarı ürkek, yarı suçlu, kaybolmuş, biraz başına buyruk. Evde bekleyenim yok nasıl olsa neden böyle panikledimse anlamadım? Sen yoksun, olsan sanırım evde değil yanımda yürüyen olurdun. Rüzgarın aşk melodisine bizimkini eklerdik, gözlerimi kamaştıran kar beyazı değil sen olurdun. Sen olsan, sağ yanım üşürken sol yanım yanardı, kollarımız birbirine dolanmış ateşle yürütürürdük. Sen olsaydın eğer, konuşmaktan yolu kaybettiğimizi farketmez, kahkahalarımızla sokakların sesliğini bozardık. Sen olsaydın eğer! Sen hiç olmadın!, ama varsayalım olsaydın,  o merdiven basamağında ayağımı burkmazdım. Noel babanın hediye düşürmesini beklemezdim. 

Ya da tam tersi sen olsaydın tökezler düşerdim, ayağımı burkmaz kırardım, belki de sokaklarda hala yalnız kayboluyor, rüzgarla aşk yaşıyor olurdum. Ben bu seni istemezdim. Eğer sen bu olsaydın ben de seni İstanbul'da bırakır, kimbilir belki özlerdim. Ama sen hiç olmadın, ben özlemedim İstanbul'u da, seni de.
 
Önce 'ben' olmalı insan, kendiyle mutlu. Adımlarını kendi için atmalı. Burkulsa da adımına sahip çıkmalı, benim adımım benim kararım dedi mi birkez acısına da katlanır, keyfine de. Etrafını sevmeli, birine bağlı kalmadan. Dayanacak omuz aramadan, sarılacak kolların en güzellerinin yanındakiler olduğunu bilerek. Sallamalı iki yana içinden geldiği gibi. Bu şehirde yepyeni 'sen'ler var.  

İstanbul'u özlemedim ama özlediklerim var elbette.

Kendi yolunu çizip hakkıyla yaşayan herkese benden, buradan, uzaklardan kucak dolusu sevgiler.






1 Ocak 2016 Cuma

Hepi Niv Yır 2016 Masalı

Gece saat 00:00. 

2015'i gözyaşları içinde, ah pardon tabii ki arkasından üzülmedik, düzeltiyorum, bütün kötü ve nefret dolu duygularımızı sunarak sona erdirip,  yeni başlayan 2016'yı çığlıklar atarak sevinç kahkaları ile karşıladık. 

Yeni yıla girer girmez bir huzur kapladı dünyayı. Şöyle pencereden dışarı baktığımda, İstanbul'a eski yıl yağmaya başlamış olan kirli kar erimiş, yerine yeni yılın karı yağmaya başlamıştı. Beton yığını olan semtimiz yemyeşil çam ağaçları arasında, bahçelerinde ceylanların koşturduğu evlerle dolu bir yere dönüşüvermişti. Sokak kedileri ve köpekleri üşümüyor, kendilerine hazırlanmış küçük kulübelerde derin bir uykudaydılar. Huzur, semtimizde yaşayanların nefes alışverişlerinden hissediliyordu.

Barış gelmişti savaşın yakıp yıktığı ülkelere, masum halkları ve en çok da çocukları mutluydu. Televizyonlarda ilk haber buydu. Ayakları çıplak değildi hiçbir çocuğun ve hepsi yeni yedikleri hindiden doymuştu, ellerinde baston şekerlemelerle. Herkes zengin artık. Sadece piyangodan kazanılmamış, eşit dağılan gelirvar  ve bir de emeğe saygı. Dün çöpten ekmek bulup yiyen adam ve ona midesi bulanarak bakan kadın, aynı restoranda bu akşam birarada 'hepi niv yır' derken kameralara yakalanmışlar. Bakın kanal kanal yarın izlersiniz insanlar yeni yıla nasıl girdi programlarında.. 

Kadınların hepsi taçlanmış, güzellikleri yüzlerine yansımış, dayak ise tarihe karışmış. Erkekler ise empati kurmakta kadına tur bindirmiş. Elinde çiçek olmayan erkeği dünyada yaşatmıyorlar sanki. Trafik korkulu rüya olmaktan çıkmış büyük şehirlerde ve özellikle İstanbul'da. İnsanlar bir plan yaparken artık trafik içlerindeki hevesi törpülemiyor, sinirler gerilmediğinden, kazalar gerçekleşmediğinden hayat bir pamuk helva kıvamında yaşanılır olmuş. 

Sağlık gelmiş, hastalıkların olmadığı bir dünya. Bir an da nereye gittiyse mikroplar, giden gitsin zaten dileğimiz bu değil miydi?

Dilekleri gerçek olmuş güzel insanlar var etrafta. Herkes zayıf mesela, su içsem yarıyor devri bitmiş.  Laf aramızda genç olmanında artık yaşı kalmamış, her kadının kapısında bir beyaz at. Ben bu kadar çok beyaz atı rüyamda bile görmemiştim. Bekar erkekler yanlarında birer JLo (isteyene Angelina ;konu ilgi alanıma girmeyince bu kadarını örnekleyebildim) yürekleri kabarmış nasıl da mutlular -evliler eşleriyle öyle mutlu ki kim çözer artık mahreme uçkuru? 

Güneş bu yıl herkesin istediği saatte doğacakmış. Ben biraz daha güneşimi bekleyebilirim, ay var gökyüzünü aydınlatan. Lapa lapa yağan kar havada uçuşan pamuklar gibi görünüyor gözüme. Sıcacık evimde kızaran kestanelerin mis kokusuna eşlik eden bir koku eksik sadece. Bu yıl hayallerini kendi istediği gibi şekillendirecek kadar büyümüş oğlumun kokusu. Ama ben değil miydim büyüsün diye gözünün içine bakan. Artık alışmaya başlamalı uzaktan izleyerek mutluluğuyla mutlu olmaya, bir zamanlar nefes alyor mu diye uykusunda yokladığım canımdan bir parça olana. Yıllardır benim annem de aynı şeyi yapmıyor mu benim için. Ne zaman istesem yanımda değil mi, ama sadece ben ne zaman istersem... 

İşin aslı; geleneksel yeni yıla giriş kutlamaları kapsamında, bu yıl da batıla kapı açıp, 'nasıl girersen bütün yıl öyle geçer' inancıyla tamamladık. Bazılarımız o en yakınındakinin boynuna hırçınca sarılıp, o kişiyi öptü. Artık bütün bir yıl mutlu mesut öpüşürüz. Bazılarımız hareket etmeyi sevmediği, sürekli oturacak, yatacak bir yer aradığı halde, yeni yıla ayakta girmek istedi. 365 gün ayakta durmak nasıl bir istekse artık.. Bir de akıllı ticaret erbabının icadı 'kırmızı don' giyen çılgınlar vardı aramızda, her ne kadar gerçekten giydiler mi göremesek de... İyi dilekler yazıldı, hatta sosyal medya ve günümüzün çılgın iletişim aracı whatsapp bir süreliğine işlevini yapamadı. (Biliyorum çünki ben de bağımlılarından bir tanesiyim.) "Mutluluk, sağlık, huzur, barış, bolluk, güzellik, sevgi, tüm dileklerin gerçek olması" gibi klişe kelimeler kullanıldı benzer cümleleri oluşturan mesajlaşmalarda. Halbuki, eski kar duruyordu üzerine yenisi yağarken. Bir salise içinde ne öptüğün kişi kurbağaya dönüştü, ne de piyagodan büyük ikramiye çıktı-hani Sinderella misali bir talih kuşu konmadı ki bu gece de başımıza-. Bir gece de savaşlar bitmediği gibi, kazançlar değişmedi, yine aynı ayakkabısız morarmış ayakların dramı ve ısınmak için girdiği arabanın tekerinin altında içi dışına çıkmış sokak kedisinin cansız bedeni. Güneş aynı saatte doğacak, o yediklerimiz de kilo yapacak. Şapkadan tavşan çıkmadı, pastadan da dansöz. Değişen tek şey, bir yaş daha yaşlanmış olmamız ve geri gelmeyeceğini bildiğimiz için öfkelendiğimiz, bitmiş bir '365 gün' daha. Ha bir de 2016'ya girme çılgınlığıyla aldığımız hediyeler ve kıyafetlerin vitrinlerdeki yeni fiyatı (ne yazıyor öyle; 50% indirim mi!) 

Herşeye rağmen yine, yeniden, yeni yıl için "bir umut" dedi tüm dünya... 2016, haberin olsun, sen biterken senin hakkında da iyi şeyler düşünmüyor olacağız.  Biz üzerimize düşeni yapmaktansa herşeye seyirci kalmayı tercih edip, seni de diğer niceleri gibi tüketeceğiz. Hazır mısın? 

O zaman haydi yazımı okuyanlara; Hepi Niv Yır! 









17 Temmuz 2015 Cuma

Kutlu Bayram Trafiği

Efendim bayramlar her zaman bir heyecan kaynağı olmuştur. Ben küçükken -hani yaşım ortaya çıkmasın diye şu kadar yıl önce diyemedim ama demezsem de konuyu anlatamayacağımı farkederek, mecburen yazıyorum-  bundan 30-35 sene önce, çocuklara gelirdi bayram. Büyüklerimiz bir ay tuttukları orucun bitmesini kutlarken, küçükler alınan yeni kıyafetleri giymenin sabırsızlığıyla günlerce bayramı beklerdik. Ramazan bayramı için  bir kıyafet alınırdı. O kıyafet bayram sabahına kadar yatak kenarında beklerdi. Bazen evde yeni ayakkabılar birkaç adımlık giyilir, sonra çıkarılıp yeniden yatağın kenarına konurdu. Bayramda 3 gün boyunca temiz ve dikkatlice giyilen kıyafetler yıkanır, ütülenir, dolaba kalkar, kurban bayramında yeniden giyilirdi. Kurban bayramı sonrası artık o yılın düğün, nişan, gezme aktivilerinin kıyafeti bu yeni kıyafetler olurdu. Güzel ve saftı o bayramlarda sevinçler. Büyüklerin elini öpmek ve harçlık ile şeker toplamak... Harçlıkları tekrar tekrar saymak ve bakkal amcadan birazını özgürce harcayarak alışveriş yapabilme zevki. Mesela çatapat veya mantar alırdık, sonra elimizi, kolumuzu, ayağımızı, bacağımızı yakar mıydık? Yakardık! 

Şimdi bayramlar böyle değil. Şimdi çocukların yeni kıyafet için heyecanları yok, çünki istedikleri herşeyleri var. Büyükleri ziyarete gitmek ise hayli gereksiz bir düşünce. Sen aylarca çalış, yılda bir iki kere yakaladığın izin fırsatını yaşadığın şehirden kalkıp Anadolu'nun başka bir köyü veya kasabasındaki ya da şehrindeki büyüklerini ziyaret için harca. Bazı akıllı büyükler yok mu? Var tabii. Parası olan, kafası çalışan büyüklerimiz hiç olmazsa bayram tatillerinde olsun ziyaret edilebilmek için yazlıklar almışlar. Yaz tatili, hem de konaklama ve yemek bedava! Buna rağmen bir bayram gidilirse diğer bayram uğramasak da olur dediğimiz büyükler bir kenarda dursun, efendim biz gelin, ülkemizde birkaç senedir yaza denk gelen ve denk gelecek olan bayramlara bir bakalım. 

Milletçe içimizde yatan bir deniz aslanı var. Yaz geldi mi kendini denize atamayan, kışın depresyondan kurtulamıyor. Bayramlar da herkes yurdumuzun Ege ve Akdeniz sahillerine gitmek için yollara dökülüyor. Biz Kurtuluş savaşında düşmanı da böyle denize dökmüştük... O kadar insan aynı tarihte yollara ve aynı istikamete doğru yola çıkınca ne oluyor? Ah neler olmuyor ki... İçlerindeki deniz aslanlarının yattığı yerden çıkmasıyla herkes trafik canavarına dönüşüyor. Ülkenin ağırlık merkezi bozuluyor, güneş de pek cömert, tepeden kafataslarını kaynatıyor, araçlar da zaten kapasite üstü yolcu dolu, kucakta ki çocuklar isilik pişik, kucağına oturdukları insanlar... Neyse onların durumunu hayal etmeyi size bırakayım, gereksiz tasvirlerle yüzünüz buruşup, mideniz bulanmasın. Bir sürücü başına düşen yolcu sayısı iyi ihtimal ile 5 kişi ise, araç klimasız olduğu durumda, dışarıda sıcaklık 35 derece iken sürücünün potansiyel beyin ısısı yaklaşık 48 derece olur. Haliyle bu kişiden trafik kurallarını hatırlaması, insan sevgisi, çevreye saygı, biraz duyarlılık ve özellikle 5 duyu organıyla trafikte dikkat göstermesini bekleyemezsiniz. Bekliyorsanız sizin de ateşinizi ölçmek isterim. 

İşte bugün ben bunlardan bir tanesiyle, hem de klimalı ve için de benden başka yolcu olmayan aracımda  seyir halindeyken, muhattap oldum. İstanbul'dan artık herkes şehri terkedip gitmiştir diye, bana göre oldukça uygun bir saatte yola çıktım. Şaşırtıcı bir şekilde Eski Hisar'da feribot kuyruğu var olmasına rağmen 5şer sıra halinde ilerliyordu. Çünki feribotlar hayatımda rastlamadığım kadar hızlı işliyor ve 4er, 5şer yanaşıp karşıya geçiyorlardı. Tabii yan tarafa açılan özel feribot işletmesinin bu hizmet iyileştirmesindeki katkısı yadsınamaz, tekel durumundan rekabete geçince nasıl da kalite farkı oluşmuş. 
Buraya kadar herşey mükemmel. Ancak feribotlar bu hızla Topçular iskelesine araçları boşalttığı için, iki şeritli yol tıkanmış. 8 km'lik mesafeyi 2 saatte ancak geçebiliyoruz. Elbette hepimiz insanız, ben de bir canlı olarak arada içtiğim suları boşaltmak isteği duyuyorum. Dinlenme tesisine gidemeyeceğimi anlayınca sağdaki benzin istasyonuna sığınıyorum. Biraz kuyruk bekledikten sonra rahatlamış ve mutlu şekilde yola tekrar çıkıyorum. Duran trafiğe yandan karışmak zorundayım. Uçmam mümkün olmadığına göre, saatte 4km hızla ilerleyen araç konvoyuna yandan karışmam gerekiyor. Nedendir bilinmez 7 metrelik konteyner taşıyan bir TIR bu trafiğin bir parçası. Oysa bayram trafiğine çıkmaları yasak... Bekliyorum, beni biçmeden ilerlesin de ben de arkasından yola karışayım. Hayda! yola çıkmama engel olmaya çalışan bir araç. Ben sola sinyal veriyorum gaza basıyorum, bu yanımda aynı hızla beni sıkıştırıyor.  Ya sabır, ya selamet, bir daha dur kalk yine aynı şey. Ben de sakinim, sabırlıyım, klima var, yolcum yok, iyi hoş da, benimde bir tersim varmış bunu görüyorum. Kafamı sola çevirmemle camı indirirken buluyorum kendimi. Aaa bu da ne, yandaki aracın camı açık zaten, sürücü kadın, sağda bir genç adam oturuyor. Ben avazım çıktığı kadar bağırmak için boğazımı temizlemiş, tam gözbebeklerimi ileriye doğru 1 cm fırlatmış, başlamaya hazırken, hanımefendi 'salak mıyım ben, yol verecek değilim' diye bağırıyor ve gaza basıyor. Leyn! sen beni nasıl konuşturmazsın, cam cama yanyana getiriyorum arabamı, aynı hızla TIR'ın arkasındayız ikimizde, benim gözler yerinden fırlamış, yerlerinde yoklar zaten diğer aracın ön koltuğundalar, 'benzin aldım yola çıkıyorum' gibisinden birşeyler haykırıyorum. Ama bu ses benim değil, bu eller kollar hiç değil. Ay ne çirkef birisiyim. Ses benim de sesimin arkasından haykıran bir ses daha var, onu farkediyorum. Ajda Pekkan, arabamın içinde sonuna kadar açık sesiyle  'boşver sen affet gitsin aldırma' diyor. Bir sağ bakış, iki kere kere müziği kapatma teşebbüsü ve başarısızlık. Yanımdaki araç bir burun önde gidiyor, ay tutmayın beni! Şimdi yine camcama yanyana bu kez Ajda'nın sesi yok benimkisi daha yüksek' sol elim camdan çıkmış, o genç adamı yakasından tutup alıcam benim arabaya ama kadın hala ' salakmıyım yol vermiycem' derdinde, kafayı çevirip bana bakmıyor. Ben birkaç cümle savurup sağımdaki refüje çıkmamak için yolu veriyorum. Derken bunun arkasındaki, 7 kişi bir araçtalar, aynı hareketi yapıyor. Tam ben camımı kapatmışken gözgöze geliyoruz. Aliştım ya bir kere, aynı camdan cama muhabbete giricem camı indireyim diye elimi tuşa koyuyorum, hay aksi arka camı açmışım. Ama bakışlarım nasıl ise sürücü de, arabanın içindekilerde cin çarpmış gibi kafalarını ileri çeviriyorlar. Sanırım içimden bir şeytan çıkmış. Dile kolay 1 saat 4 km yanyana aynı iki şeritte ilerleyeceğiz. Bende ne inat varmış bunu da görmüş oldum. Bunlar TIRın arkasında ben sol şeride geçmiş yanlarında, her yanıma geldiklerinde bakışlarım üstlerinde... O da ne bizim kafa tutan kadın sürücü, trafik açılıp ilerlemeye başlayınca çuvallıyor. Hani ne oldu usta şöför? Oysa ben seni önüme almıştım bir güzel tamponuna yapışıp canını sıkacaktım. Malesef hevesim kursağımda kalsa da sollamak zorunda kalıyorum. Zaten hızla gideceğimiz 18 km yol. Sonra yine dur kalk. Oyalanamayacak kadar az zamanım var. 

18 km gaza basmanın verdiği hazzı anlatmam ne mümkün! Bir MAN kafası sürücüsü, bir ben, bir siyah Audi sürücüsü, bir de kırmızı WW polo kaptırıyoruz virajlarda. Orhangazi'ye kadar bir sağ bir sol... Bizim hızımız da yüksek değil ama diğerleri gerçekten ya uzun yol tecrübesizliği, ya da başına güneş geçme durumundan yolu epey bir bloke ediyorlar. Hay bin tırtıl... 
5 saatte 200km gelebilmenin haklı gruruyla mola verme zamanı. Ama tesisler ufak birer panayır alanına dönüşmüş. Araç park yerlerinde çadırlar... Hay benim güzel yurdumun bayramcı insanları... Aracımın koltuğunun şeklini almış bedenimi esnetmek ve biraz yemek yemek iyi gelse de daha gidilecek 250km var. Nasıl da gözümde büyüyor yol. İşin riskli tarafı ben Ayvalık'a annemi ve babamı ziyerete gidiyorum ve kendilerine sürpriz olsun diye haber vermedim. Gece olmak üzere ve yatarlarsa yaşlı insanları uyandıramam. Oteller de doludur. Arabada uyumak için de bu kadar eziyete değer mi? 

Güzel haber şu ki hava akşam kızıllığına bürünüp de farlar yanınca yollar tenhalaşıyor. O, hepsi birer yol fatihi olan sürücüler sağ şeride çekiliyor, sonunda sol şeritte rahatça ilerlemek mümkün oluyor. 250 km sadece 2 saatte bitiyor. Artık Edremit civarında Yunanca radyo yayınlarını almaya başlıyorum. Türkçe sadece TRT FM var. Biraz daha ilerleyince o hep keyifli bulduğum yerel radyo yayınları çekmeye başlıyor. İlk sürpriz Ebru Gündeş Tatlı tatlı belaaam diye geliyor. Üzerine para teklif etseler dinlemeyeceğim bu şarkı öyle eğlenceli geliyor ki, omuzlarım müziğe eşlik ederken parmaklarım direksiyonda ritm tutuyor. Hatta bir ara sağ elimin şınanay modunda yılan dansı yapması gözümden kaçmıyor. Boynumun oynaması ise günün cimnastiği sayılabilir. Ayvalık Sarımsaklı son durak. Buralara 7 yaşından beri her yaz gelen ben, hep aynı şekilde Yunanca yayınlar başlamasıyla içi kıpır kıpır olmuş, denizi görünce gülümsemişimdir. Bu kez karanlık denizi göremedim ama yunan radyoları daha net çektiği için Yunanca bir şarkıyı dinlerken de koltuk dansı yapmaya devam ediyorum. İşte arabamı park edişim ve annemle babamın evde olamaması ile yüzümde beliren sevimli gülücük. Biliyorum ki bu devirde herkes bir cep telefonu uzağımda, saat henüz gece olmadı, ulaşabileceğim bir yerde olmalılar. Beni beklemedikleri için şaşırıyorlar ve çok seviniyorlar. Bu bayram kardeşlerimi ve torunları temsilen burada ben varım. Yarın sabah erkenden kalkacağız. Bayramlığımı giyineceğim. O küçüklüğümde bayramlarda olduğu gibi , babam bayram namazından gelene kadar kahvaltıyı hazırlamış olacağız. Sonra bayramlaşacağız ve mis gibi kahvaltımızı edeceğiz. Gün güneşle başlayacak, şeker tadında devam edecek ve yazlıkçı komşularla içilen kahvelerle, ikramlarla, sohbetlerle son bulacak. Eh tabii bu bayram şekerleri ve harçlıkları ben alacağım. 

Hepinize içinizdeki canavarları unutturacak, yüreğinizdeki sevgi ve coşkuyu ortaya çıkarttıracak bir bayram dilerim. Büyükleri aramayı, küçüklerin bayram harçlıklarını ayırmayı unutmayın. Hani olur da görürseniz, yardıma muhtaç bir çocuğa harçlık verip başını okşamayı, huzurevlerindeki yalnız yaşlıları ziyaret etmeyi de unutmayın. Hepimiz çocuktuk, hepimiz büyüdük, hepimiz yaşlanacağız. Bayramlar var oldukça hatırlanmak ve hatırlamak dileğiyle. Bayramlarımıza sahip çıkalım. Bayramınız şeker tadıyla dolu, kutlu mutlu olsun. 

25 Mart 2015 Çarşamba

Yeni Video Oyunu: Angels & Survivors in Cairo


10 yıl önce, 10 yıl sonra! Kahire'de değişen, iyileşme gösteren çok şey var. Örneğin otel çalışanları. 10 yıl önce müşterilerine hitap şekilleri 'pışt pışt' iken bugün, 'bay, bayan' olmuş. 10 yıl önce görevliye adres sorsanız bile ellerini açıp 'bahşiş' diyenlerin yerini 'hoşgeldiniz, nasılsınız, ne arzu edersiniz, memnun kaldınız mı' almış. Şehrin çöle kurulmuş olması toz ile yaşamı kucak kucağa getirmiş olduğundan ilk bakışta heryerin sarı kum renginde olması ve 'bu ne toz'  dedirtmesi normal gelse de, eskiden bu toz içerisinde hijyen sorunlarını da eklediğiniz zaman yemek yemek büyük bir problem iken, bugün rahatça (yemesem de) salata sipariş edebilmek, taze ve pişirilmemiş meyveleri yemek mümkün olmuş. Hizmet sektöründe büyük gelişme var. 

Değişmeyen tek şey trafik! Kahire'nin nesi meşhur derseniz, benim cevabım hiç düşünmeden "trafiği" demek olur. Bir şehir düşünün, içinde 20 milyondan fazla insanın yaşadığı...Buna aynı zamanda günde 10 milyon ziyaretçi ekleyin. Çünki ülkenin bütün devlet işleri buradan yönetiliyor. Gerçek nüfusunun ölçülemediğini hesaba katmayı unutmayın. Her gelişmemiş ülkenin ana karakteristiği toplu taşıma noksanlığını dikkate alırsak, işte 'trafik' kelimesi birdenbire anlam kazanıyor. Aslında trafik yok, trafiksizlik var! 

Kahire trafiğini ben kendi yaşadıklarımla anlatmaya çalışayım. 10 yıl önceden tek farkı şimdi bazı yollara beyaz çizgiler çizilmiş olması ve araçların artık kapanan camları var. Bir de "Doğan görünümlü Şahinler", hatta işin daha gerçeği, "Serçe ve Murat 131ler" yerlerini günümüz markalarına bırakmışlar. Arabaların tozdan içleri de dışları da kaplanmış durumda. Hoş bu toz o kadar yoğunki, heryerde, oturduğunuz koltuktan, elbise askılarına, masa, sehpa üstünden yemek tabağı, fincanlarına kadar... Gün içinde kıyafetinizin, saçınızın hele hele ayakkabılarınızın ne duruma geleceğini tahmin edebilirsiniz. Ben arabaları "yürüyen teneke" olarak tanımlamayı uygun buluyorum. Trafiğe çıkmış ve vuruğu, çarpığı, çiziği, yamuğu, kırığı, darbesi olmayan tek bir araba yok. Abartmıyorum! Gerçekten yok. Olmaz, olamaz, olması mümkün değil. Şöyle anlatmaya çalışayım. 

Bir video oyununun canlı oyuncusu olduğunuzu hayal edin. Altınızda bir araba var, amacınız puan toplamak, bunu yaparken etrafınızdaki canlılar, cansızlar yollardaki çukurlar, hatta bazen yolun ortasında aniden karşınıza çıkan kaya parçalarına çarpmamaya çalışacaksınız. Çarparsanız durmanız gerekmiyor, ama bilin oyun sizden puan silecek. Puan kazanmanız ise yeteneğinize kalmış. Öncelikle yolda sinyal vermemeniz gerek, yapacağınız hareketlerden önce yan aynalara bakmanız ve iç anadan arkayı dikizlemeniz gücünüzü azaltıyor, puan kaybettiriyor. Yerlerde, varsa eğer, çizgilerin arasından gitmeniz, ve başka bir aracın arkasında iki saniyeden fazla takipte kalmanız da kazanç sağlamıyor. Bu arada bir ipucu vereyim, emniyet şeridi diye birşey yok, 2 şeritli bir yola her zaman 3 araba sığar! Zorlarsanız dört olur mu? Denemek serbest. Yan teker üzerinde gitmeyi becerirseniz bonus sizi bekliyor. Takip mesafesi 50 cm., hız minimum saatte 80km olmak zorunda. Trafik işareti, lambası yok, bazı yerlere kafa karıştırmak amacıyla bazı trafik lambaları koyulmuş, ancak ya çalışmıyor, ya da sürekli sarı yanıp sönüyor. Dikkate almayın zaman ve puan kaybedersiniz. Oyunda tek bir şeye odaklanın: varış noktası. Diğer sürücülerin hakkını ne kadar çok gasp ederseniz o kadar çok puan kazanıyorsunuz. Baktınız trafik duracak gibi tam dururken arkadakine uyarı amaçlı, elinizi camdan çıkarıp aşağı yukarı 'yavaşla' işareti yapmanız serbest, ama sakın bakmayın, çok isterseniz dörtlüleri yakın ama kısa bir süre, belli belirsiz olsun. 

Sağa veya dönmek için önceden sinyal vermek, şerit değiştirmek, aynadan gelen var mı diye bakmak puan kaybına sebep olur. Bu oyunda en soldan en sağa geçerek ( diğer yön için sağdan sola) tek hamlede dönebilene puan var, dönemeyene rastlamadım. Hatta iki tane koca konteyner yüklü kamyon, bir yolcu otobüsü dahil bunu yapabilen yüzlerce araba var. Hadi ama çok eğlenceli , başaracaksınız, zor değil.

Bakın şimdi, siz etrafınıza bakmadan bunları yapıyorsunuz ya, diğer sürücüler de sizin gibi. Sanmayın ki onlar sizi kolluyor. Onlar da aynı oyunda puan toplamaya çalışıyor. Kaotik bir yol durumu ama tek bir tıkanma yok. Yollar kalabalık fakat akıcı trafik var. Bir yerde polis yolu kontrol etmeye karar vermiş ve yazık ki orada arabalar durmuş. Bir yerde, ki otoyol denilen bir yol, arabaların arasında birden elinde kağıt kalem bir polis belirdi. Daha doğrusu adam orada ne yazıyor bilinmez ama bu şerit takip etmeyen 80km hızla giden arabalar arasında, gerçekten de ezilmeden durabiliyordu, bravo! 

Madem konu polisten açıldı, şimdi oyundaki asıl yüksek puanların ne olduğunu açıklamalıyım. Yayalar! Yollarda, nerede, ne zaman olduğu önemli değil yayalar var. Evet yayalar! Sağına soluna bakmayan, yola gelişine giren yayalar. Bunların da oyundaki amacı puan toplamak. Bu yüzden etraflarını kontrol etmemeleri puan demek. Koşmak zaten oyunda yok. Yavaş yavaş aheste araçların arasından karşıya geçmeleri gerekiyor. Bu yayaları görüp frene basarsanız puan kaybedersiniz, bu yayaları da görmemeniz gerekiyor. Dedik ya hedefe kilitlenip doğruca ileriye gitmek hedefiniz. Yayalara çarpmanız yasak. Can kaybetmek istemiyorsanız bir yolunu bulup aynı hızda yayayı ezmeden, diğer arabalara çarpmadan, bunu yaparken sağa sola ve aynalara bakmadan, devam etmeniz gerekiyor. Bu esnada çukura girerseniz kabul ediliyor, daha çok puan kazanmak istiyorsanız cep telefonu elinizde olsun, kulağınıza dayayın ve bağıra bağıra, hararetli bir konu bulup konuşuyor olun. Bingo, 1000 puan kazandınız!

En korkuncu, otoyolda sizinle aynı hedefe ilerleyen kamyon süren oyuncular. Yüksekte oturduklarından mı bilinmez elleri kornada, size yapışmış gidiyor olsalar da dert etmeyin, görmezden gelin. Ufak bir dokunuş size çok zarar vermez, kamyona da çok puan kaybettirmez. 

Yollar sandığınız gibi düz ve geniş değil. Bazen 5 şeritlik bir arazi, bazen önüne set çekilerek aniden 5 şeritten tek şerite inmiş kıvrılan bir viraj. Ya da hızla akan trafikte, pat diye önünüzde bir düşük banket, yarım kalmış asfalt çalışması nedeniyle kesik asfalt, sol teker çukurda sağ teker yüksekte. Yola devam durmak yok. 

Tüm bu adrenalin, oyunu tamamlayana dek bağırmanız, çığlık atmanız, kah geri kalıp, kah ileri atılmanız, oyunu kazandığınızda  "KAZANDINIZ" yazısı eşliğindeki bangır bangır çalan müzik eşliğinde , bağırarak, dans ederek kutlamanız için, sizden hafif bir ter çıkacak ve gergin suratınızda müthiş bir gülümseme olacak. Hatta şöyle yumruğu sıkıp dirsek bükülü ileri geri bir sallama yaparken bir bacağınızı hafif kaldırıp diğerini dizden bükerek "evet, evet, evet" diyebilirsiniz. Tüm kazanılan oyunlar böyle yaptırmaz mı, o ne zevk, o ne haz! 

"GAME OVER" olursa mı? Hmmm, bakın 3 gündür sadece bir kez ciddi bir 'game over' badiresine şahit oldum. Benim oynadığım araba, 1970 model bir serçeye arkadan hızla geçirecekti ki kurtardık,  üç yada dört yayaya çarpmamız an meselesiydi ki asla yolumuzdan alıkoyamadılar, frene basmadık. Sadece birkaç ufak puan kaybımız oldu, örneğin bir tıra yol vermek zorunda kaldık. Aslında yol vermek denemez biz ilerlemeye devam ederken yanımıza sıkıştığı için mecburen, üzerimizden geçmesin diye  kapımıza çarpacak kadar yakınımızdan geçmesine izin verdik. Bu arada diğer yandaki arabaya çarpmadık, ama kapılarımız yapışıktı. 

Ben çok ısrar ettim, çok istedim co-pilotluktan asıl sürücü koltuğuna oturmayı. Yeminler ettim, arapça 'valla' dedim, yalvardım, 'başaracağım, tüm kuralları anladım, çok puan yapacağım' dedim ama sürücü olamadım. Bir dahaki oyunda kesin ben kullanacağım arabayı. Fakat arkadaşım gerçekten iyi sürücüydü, şöyle ki, bu şekilde ilerleyen trafikte, kendisi 20 dakika telefonda arapça bağıra bağıra konuşup puan yaparken ben ön sağ koltukta bir ara co-pilotluğu unutup uyumuşum. Benim uyumuş olmam ekstra puan kazandırmış. Bu trafikte uyumayı başaran ilk turist olarak kayıtlara geçtim. Sanırım en çok eğlenen ve gülen olarak da kaydetmişlerdir. Gülmekten yanaklarım ve çenem ağrıdı. Neden kimse şeridinden gitmiyor hala anlamış değilim. 

Nasıl oluyor kaza olmadan trafikte herşey ylunda gidiyor? Benim son yorumum şu oldu: Dünyadaki bütün melekler Kahire'de fazla mesai yapmaktalar. Biz diğer dünya milletleri, bir melek arar, bulamazken bütün melekler toplanmış Kahire halkını trafikte kazadan koruyorlar. Akşam üzeri bir iki ufak çarpışma ile karşılaştığımda meleklerin bile yorulduğunu anladım. Değil dünya, evrendeki tüm melekler gelse yine de ufak tefek kazalar olacaktır. Ama ufak tefek! Bu düzensizlikte bir düzen var ve ben bunu meleklerden başka bir şekilde açıklayamadım. 

Kahire'de üç günden sonra karar verdim ki, artık lunaparka gidince ters dönen, atlayan, zıplayan, fırlatan, çarpan, çarpışan oyuncaklara binmekten, hele hele rollcoasterdan korkmam anlamsız. Bugüne kadar denememiştim ama bundan sonra hiçbir güç beni bu oyuncaklardan alıkoyamaz. Bu kadar eğlenceli olduklarını hiç test etmemiştim. Canlı rollercoaster macerası yaşamış insanım ben, oyuncağından mı korkacağım? Arapların dediği gibi "yallah" hadi bana eyvallah. 




8 Mart 2015 Pazar

Bahar Dalı

Kuru bir yaprak, rüzgarın şiddetine karşı koyamadan taklalar atarak savruluyor kaldırım da... Kurumuş  olmasına bakılırsa Mart ayında henüz tazelenmiş dallardan kopmuş olamaz. Tek başına, kışın soğuk karına, toprağın ıslaklığına karşı koymuş belli, eriyip gitmemek, yokolmamak için. 

Rüzgar acımasız! Mart ayının taze bahar dallarına gelinliklerini yaşatmamaya kararlı. O güzelim pembe beyaz çiçekler dallarında daha açamadan dökülüvermişler. Güneşli, sakin bir bahar havasına doğmayı hayal ederken, hayata başlamadan veda etmek zorunda kalmışlar. 

Orada ufak bir çam ağacı yan yatmış, tam da baharla heveslenip, toprağın sıcağına kökleriyle daha sağlam tutunmaya çalışırken... Şimdi onu kesecekler, oysa büyüyüp ihtişamlı bir ağaç olmayı hakederken. 

Bir hain rüzgar, sinsice, kıskançlığından kudurmuş, gözü dönmüş biçimde baharı sabote etmek için uğraşmış dün gece. İçimi üşütüyor, hem yaptıkları hem de çıplak yüzümü yakarak karşıdan sertçe esişi. Beni alıp savuracak kadar sert esmediği için karşısında ben güçlüyüm. Ayaklarımı yere sağlam basarak, yüzümü soğuğuyla yakmasına engel olacak şekilde siper ederek, ellerimi ceplerimde hapsederek de olsa kafa tutarak yürüyebiliyorum. Bahar dallarında olması gereken çiçekleri yerlerde gördüğüme üzülüyorum. Ağaçların devrilip kesilecek olmasına da... Ben uykumdayken bu zararları vermiş rüzgar. Ama uyanık olsam ne işe yarardı ki? Gücüm her çiçeği dalında tutmaya, her ağacın kökünü sabitlemeye yeter miydi? 

Küçük bir kız çocuğu, annesiyle beraber kaldırıma çiçek sepetlerini yerleştiriyor. Birbirinden güzel renklerde nefis kokulu çiçekler. Bugün "8 Mart Dünya Emekçi kadınlar günü". Kadınını çiçekle mutlu etmek isteyenler için birkaç demet çiçek satacaklar. 

Çiçek dalında güzeldir, ama bunlar belli ki seralarda satılmak için yetiştirilmiş olanlar. Çiçek dediğinin seçme şansı yok zaten. Küçük kızın burnu, kulakları pembeden kırmızıya dönmüş, elleri örgü ceketinin kısalmış kollarının açıkta bıraktığı bileklerine kadar kızarmış. Anneciği çiçekleri rüzgardan savrulmasın diye birbirine bağlamakla meşgul. Bu arada içi boş bir sepet hafifçe sürüklenmeye başlayınca, ufak kız koşup hemen onu yerine sabitliyor. Gözleri annesine çevrilmiş takdir bekliyor belki ama kadıncağızın kızıyla ilgilenmediği aşikar. 

Kimbilir kaç çocuklu bir ailede, kız çocuğu olarak doğmanın ezikliğiyle, hırpalanarak ve çalıştırılarak büyüdü bu kadın. Kendisi kücücük bir çocukken belki de birkaç kardeşini büyütmesi görevi verildi ona. Seçme şansı oldu mu acaba evlendirilirken, şimdi bu kaldırımda olmayan kocasıyla. Bu küçük kız çocuğuna hamile kalmayı istiyor muydu? Doğduğunda dayak yedi belki de 'bir erkek çocuğu doğuramadığı için'. Yaşama gelirken ailesini ve kaderini belirleyemediği gibi yaşarken de elinden birşey gelmemişti. Güzel bir kadın, başındaki kirli tülbent örtüye, üzerinde karmaşık renkli kıyafetlere rağmen, yüzündeki çizgilere, dudağındaki yaraya ve çürük dişlerine rağmen. Ama tüm kadınlar güzel değil midir? Fırsat eşitliği olsa, biraz temizlenip, kendine bakım yapmayı becerebilse, her kadın kadar güzel bu kadın da.

Bir emekçi kadın, diğer kadınlara çiçek alınsın diye işbaşında bugün. Acımasız rüzgarın savurduğu bir bahar dalı çiçeği, kökleri yere sağlam basamadan yıkılmış bir ağaç, kurumaya başlamış ama çürümemek için direnen bir yaprak... Birkaç çiçek satıp akşama bir çorba içirecek kızına. Kaderine yön veremeyecek, rüzgara göğüs germeye gücü yok, kızı da farklı bir hayat sürmeyecek...

Birkaç adım uzaklaşmışken yanlarına geri dönüp bir çiçek almak istediğimi söylüyorum. Bana en güzel çiçekleri seçmesini istiyorum. İki demet pembe karanfil uzatıyor. Harika çiçekler! Ödemesini yaptıktan sonra, emekçi kadına çiçekleri geri uzatıp, 'kadınlar günün kutlu olsun' diyerek kadına veriyorum çiçekleri. Şaşkınlıkla yüzüme bakıyor. Daha önce hiç kutlayanı olmamış belli ki! 







10 Eylül 2014 Çarşamba

SESSİZ PERİ **alıntı ** tarafımdan yazılan bölüm

Poyraz karşısında Melda’yı görünce şaşkınlığını gizleyemedi. Kızkardeşi ile aralarında çat kapı görüşecek kadar yakın bir bağ hiç olmamıştı. Şimdi karşısında duran Melda’nın gözlerinde anlamsız bir pırıltı ve heyecan vardı. Bundan daha şaşırtıcı olanı ise Melda’nın elinde tuttuğu dergiydi. Asuman’ın yaklaşık 2 yıldır yöneticiliğini yaptığı ‘Aşkın Labirenti’ dergisi. Şaşkınlığı suskunluğunu bozmaya yetmemişti, Melda da elinde tuttuğu dergideki yazıyı göstererek konuşmaya başlamış ve hiç susmaya niyetli görünmüyordu. Kelimeler hava da uçuşurken Poyraz yavaş yavaş anlamaya başladı, Melda’nın kendi içinde sürdürdüğü, annesiyle olan savaşına bir son vermiş olduğunu. Ne tuhaf iki kardeş birbirlerinden uzak, yatılı okullara yollanıp, görüşemedikleri halde aynı duyguları paylaşmışlardı. Poyraz annesini biraz daha erken affetmişti. Sahip olamadığı tek aşkı Dilara’yı hayal ederek Ayça ile sevişirken affetmişti. Paris’te Dilara’ya benzettiği Asuman’a kötü bir kaza ile sahip olmuşken, bir anlık hevesine yenik düşüp Yasemin’le beraber olduğu gece affetmişti. Hepsinden öte Yasemin kızını kollarına verdiği gün silinip gitmişti öfkesi. Neyse Melda içindekileri boşaltmış gidiyordu. Melda’yı uğurlarken çantasına bir kitap sıkıştırdı. Dudaklarındaki tebessüme bir göz kırpışla sevgisini ekledi ve kardeşine ulaştırdı. Madem dergideki ‘Üç yakın arkadaştılar, ikisi erkek biri kız, üniversiteden’ oyunu hoşuna gitmişti bu kitabı keyifle okuyabilirdi kardeşi. Tabii ya nereden bilebilirdi ki Melda’nın bu öyküyü daha önce eski eşi Ayça ile birlikte bir akşam yemeğinde tesadüfen tanıştıkları Murat’tan dinlemiş olabileceğini… Hem de kitabın baş kahramınından! Asuman omuzlarına özgürce bıraktığı saçlarına kehribar renkli fularından bir taç oturttu. Artık boy aynalarına ihtiyacı kalmadığını düşünüyordu ama işte şimdi bir tanesinin karşısında durmuş kendini seyrediyordu. Bavulunu kapatmak üzereyken hatırladı, Murat’a imzaladığı ama hiç veremediği kitabını unutmamalıydı. Poyraz bavulu kapatmasına yardımcı olurken telefonunun çalmasıyla odadaki sessizlik bozuldu: ‘Evet, hazırım Figen. Pasaport, uçak biletim,… evet eminim, hiç bu kadar emin olmamıştım. Tamam bekliyorum’ dedikten sonra Poyraz’a dönerek ‘Yasemin ve minik Peri sana emanet. Seni çok özleyeceğim’ dedikten sonra çalan kapının sesiyle irkildi. Tekerlekli sandalyesi ile kapıya doğru bir hamle yapmıştı ki kapıyı açan Yasemin’in yanından hızla geçip içeri giren derginin başarılı yazarı Ozano’yu karşısında buldu. ‘Bütün bunlar ne demek oluyor’ diye sordu, yüzünün halinden kafasının karıştığı belli oluyordu. ‘Gidiyorum. Dergideki işimi bırakıyorum, yerime senden daha başarılı bir aday göremediğim için seni tavsiye ettim’ derken Asuman’ın gözlerindeki şefkat ve özgürlük duygusu dışa yansıyordu. Ozano ‘ ama bu senin başarın, dergide kurguladığın oyun, aldığımız ödüller… anlayamıyorum, hem kitabının satışı başlayalı daha 2 hafta bile olmadı. Herşeyi bırakıp gitmek… böyle ani bir karar nasıl verdin…’ cümleleri doğru kuramadığını farkediyordu genç adam. İş arkadaşı, yöneticisi olan bu kadının gözlerindeki ışıltı, aslında çok fazla şey anlatıyordu. Kararından mutluydu Asuman. Figen takside Asuman’ın vedalaşmasını izledikten sonra arkadaşının koltuğa oturmasına yardımcı oldu. Nlhayet uzun uzun konuştukları, defalarca düşündükleri planı uyguluyorlardı şimdi. Gün akşama kavuşurken Peri’ de sihirli değneğini havada bir tur attırmış yeni hayatına kapı açıyordu. Hüzünle hatırlıyordu birkaç hafta önce yaşanan buluşmayı. O gece Murat bacakları arasına sıkıştırdığı kağıtları alıp okumaya başlamasa aslında sürprizini açıklayacaktı. Enis ve Murat’a basımı yeni tamamlanan kitabının imzalı birer baskısını hediye etmekti sürpriz. Hikaye ‘Üç yakın arkadaştılar, ikisi erkek biri kız, üniversiteden’ diye başlıyordu. Dergide başlattığı oyun ile yazmaya başlamıştı kendi hikayesini, aslında üçünün hikayesini. Hani edebiyat fakültesindeyken birbirlerine bir söz vermişlerdi ve eğer aralarından biri kitap yazarsa mutlaka bu kitabı diğerlerine atfedecekti. İşte bu kitap yazılmıştı. Enis bu kitaptan öğrenecekti Murat’la Asuman’ın yaşadıkları o gecenin bıraktığı hasarları, o gece Murat’ın kendi sesinden değil. Murat da kitaptan öğrenecekti aslında Asuman’ın başından beri Enis’e aşık olduğunu onu görmek için Paris’e gittiğini, çok arzuladığı halde sevişemediklerini… Asuman Murat’ın ölümünden sonra Enis’i uğurlarken vermişti ona imzaladığı kitabı. Bir sürpriz olarak değil elbet sadece bir keder dolu bir kitap olarak. Enis, Paris uçağında kitabı okumuş ve o zaman anlamıştı, Sessiz Peri’nin haykıran iç sesini. Her satırında kendisi vardı. Nasıl olur da böyle bir aşkı hissedememiş olabilirdi. Asuman’ın derin duygularına karşılık veremeyeceğini, havaalanında kendsini bekleyen Pierre ile kucaklaştığında bir kez daha anlamıştı. Asuman’a birkaç gün önce bir mesaj yazma cesareti gösterip ‘özlediğin ben, ben değilim, kitabındaki Enis olabilmeyi isterdim’ diyen satırlarından sonra birden çocuksu heyecanını gizleyemediği şu cümleleri eklemişti ‘ Pierre ile San Francisko’ya taşındık. Castro district’te şirin bir evimiz var. Burada yüreğinde hissettiğini özgürce yaşayabiliyorsun, hemde haykıra haykıra, saklamadan.’ Asuman o zaman hissetmişti 10 yıl önce yaşanmamışlıkların ve atlanmış, harcanmış zamanların pişmanlığını… Figen yola çıktıklarından beri telefonda, ingilizce bir konuşma yapıyordu. Murat’ın ölümü ile bir hafta ertelemek zorunda kaldıkları seyahatte hiçbir aksaklık olmasını istemeyen Figen herşeyi dört dörtlük ayarlamaya çalışıyordu. Telefonu kapatıp arkadaşının gözlerine neşe ile baktı. ‘Benimle geldiğin için çok mutluyum Asuman. Dünyanın başka bir köşesinde yardıma muhtaç çocuklara dokunabilmek, koşulsuz sevgi vermek ve almak, mesleğim bu hayalimi gerçekleştirmeme yardımcı oluyor.’ Bunları söylerken bavuluna özenle yerleştirdiği Asuman’ın bacak röntgenleri ve MR sonuçlarını hatırladı. Asuman’a kabul ettiremeceğini düşündüğünden henüz bahsetmemişti ancak çalışacağı hastanede dünya çapında başarılarıyla tanınan Prof. Dr. K.Heis ile uzun zaman önce yazışmalara başlamış ve Asuman’ın bilgilerini paylaşmıştı. Asuman uçağa binmeleri için yapılan son çağrıda hızlı adımlarla yürürken birden kitapçının vitrininde kendi kitaplarını gördü. Yeni Çıkanlar arasında yerini almıştı, derin bir iç çekti. Kitabının sonunu hatırladı… gözlerinden damlayan yaşları gizlemeye çalışarak yürürken, şimdi yazsa, ne kadar da farklı bir son olurdu diye düşündü… Ah Murat! Asuman’ı ‘uğruna canını feda edecek kadar’ seven tek kişi! 50. Gülüm Naz 7 Mart 2014 Ataşehir/İstanbul

2 Eylül 2014 Salı

METRO'DA SİVRİSİNEK OLMAK

Her babayiğit sivrisineğin harcı değildir İstanbul metrosunu mesken tutmak. Metroya ulaşmanın zorluğundan değil, ben ve kankalarımın varlığından! Bizim olduğumuz meskene, izinsiz karasinek bile giremez. 

Birgün mahallede market Asıf babanın üzüm sandıklarına konuçlanmış, şıralanıp kafa yaparken birdenbire aklımıza geliverdi bu metro fikri. Üzüm sandığı deyip geçme, özellikle Anjelik üzüm varsa, hele bir de hava sıcak ve satışlar yavaşsa, kasanın dibine doğru indiğinde öyle bir sarar sarmalar ki akan şıranın fermente olmaya yüz tutmuş kekre kokusu. Bugüne kadar tattığım hiçbir kandan almadığım  keyfi aldığım gibi, üzerine bütün gün hiç beslenmesem yine de acıkmam. Tamam dürüst olmalıyım, metro fikrini akıl eden bizim kanki Turist Zırzır'dı. Vakti zamanında dünya metrolarının çoğunda gezmiş, ayrıca okumayı çok seven kankimiz. 

Metro İstanbul için yeni bir ulaşım biçimi. Yıllar yılı araç trafiği, özellikle boğaz üzerinde, iki kıtayı birleştiren, insanlardan emdiğiniz kanı burnunuzdan getiren, neşe, keyif, heyecan ile yola koyulup, planlanmış bir işinizi altüst etmeye yeten köprü trafiği ile meşhur İstanbul. Metro ile tanışan bu insan topluluğunun elbette araç trafiğine herhangibir katkıları olmadı. Ne kadar fazla insan metroyu tercih etmeye başladıysa, arkadan o kadar göç, o oranda nüfus patlaması ve aracı olanların metroya binmek istememesi devam ediyor. 

İstanbul metrosunda sivrisinek... Varlığımız bile hissedilmiyor. Öyle bir keşmekeş var ki! Öncelikle metroya ulaşmak için yer altına inen yürüyen merdivenler... Kankim Turist Zırzır'ın dediğine göre başka ülkelerde insanlar bu merdivenlerde yürümeden dikileceklerse, sağ tarafta tek sıra olup sol bölümü boş bırakırlarmış. Yürüyerek inip, çıkmak isteyenler, acelesi olanlar için sol taraf işgal edilmezmiş. İstanbul metrosunda böyle bir görüntü ile karşılaşmak pek mümkün değil. Yanyana durup sohbet eden, ya da yanyana durmadan dikilemeyen insanlar dolu bu şehirde... 

İstasyona yanaşan metro vagonuna inenler ve binenlerin çarpışma sahnesi en eğlenceli bölüm. Bunu ben bile biliyorum, önce inenlere yol verilmeli, sonra binenlere sıra gelmeli. Geçen gün, bir teyzenin elindeki çantayı vagonun içine binmeye çalışanlar sıkıştırınca, teyze ayaklar dışarda el içerde hareket edemez halde kalakaldı. Kimse farkında bile değil olan bitenin. Ben olayı bizzat yakından yaşadım, çünki o çantanın içinde bu şehrin favori fast food yemeği lahmacun vardı ve ben bu koku ile çantanın içinde oluşan buharın çekim gücüyle orada bulunuyordum. Son anda uçmayı ve binenlerden birinin bacağına konmayı başarmasaydım, yok yoluna gitti denilecekti. Konduğum bacağa tutununca bir parça tadına bakmadan bırakmadım elbette. Ben oradan ayrılır ayrılmaz bir kaşıntıdır başladı adamda...

Vagonda yer bulup oturmak mümkünse oturanlar için önlerinde ayakta dikilenleri izleme keyfi başlar. Nadir de olsa şortlu ve mini etekli kızlar biner metroya. Ama çoğunlukla kara çarşaflılar! Ben bu kara çarşaflıları hiç sevmiyorum. Ellerine eldiven giymiş, ağzını burnunu dolamış, sadece ayağındaki 60 denye çoraptan bir ihtimal ısırılabilir. Isırması eksik kalsın, istemem zaten de üzerlerine konunca öyle bir görünürlük kazanıyor ki sıska, tüy kadar hafif bedenim, hemen farkediliyorum. Ben bir gizli bilgi daha paylaşayım, elin uzanabildiği yerlere konup, sokma operasyonu yapmıyorum. Genelde en güzel kısım sandalet giymiş kadınların ayaklarının altına yakın bölümleri. Kaşınsa bile eğilip kaşıyamıyorlar, beni görseler bile öldüremiyorlar, diğer ayak bu ayağın üzerine gelene kadar geçen zamanda ben çoktan karnımı doyurmuş oluyorum. Ne demiştim, oturacak yer varsa ne ala. Oturmakla konu kapanmıyor tabii. Tam oh biraz nefes aldım, şiş ayaklarım dinlenecek sevinci yaşarken yandaki oturanın vücut kokusu ile ufak bir gaz odası işkencesi başlıyor. Hele sıcak yaz aylarında, bir de akşam üzeriyse, insanlar tüm günün yorgunluğuyla ve kiriyle bu vagonları doldurunca ben bile istasyona kaçıyorum. 

İstanbul Metrosunda topuklu ayakkabı giyen kadına çok fazla rastlamadım. Hani şehirdeki kadınların genel temayülünü bilmesem ve kadın cinsinin ayakkabı tutkusundan haberdar olmasam normal karşılayacağım... 

Slot makinalarına bir jeton atıp, üç aynı resmi yakalayınca, şakır şakır dökülen para sesini bilenler ve bundan haz alanlar için bir dip not; aradabir bu zevki tatmak için metro istasyonlarındaki jetonmatiklere gidin. 20 TL kağıt para verin, 1 jeton 4TL, makina size 16 adet 1 TL, hemde gıcır gıcır altın sarısı metal para vermeye başladığında aynı hisse kapılmıyorsanız, gelin ben size Asıf Baba'nın üzüm sandığında şıra ısmarlayacağım. 

Bu şehrin ziyaretçisi çok olur. Gerek ticaret gerek turizm konularında olsun çoğu yabancı metroyu kullanır. Son zamanlarda artan Suriye'liler ve göçmen Araplar'a kucak açmış bu şehirde metro hayatı kolaylaştırıyor. Bunun  haricinde yabancı uyruklu birçok insanın nüfus içinde önemli bir yer tuttuğunu, aslında azınlık değil de çoğunluk olduklarını hissettirir metro vagonları. Çünki bunlar fazlasıyla kullanıyorlar İstanbul metrosunu. İşin aslı şu ki, metro vagonlarında gerçek İstanbul'lu var demek çok zor. Çoğunluk yerli yabancı göçmenlerden oluşuyor. Geçen akşam Anadolu'dan gelmiş bir hacı amca'nı n yanındakilere metro hakkında bir ahkam kesişi vardı ki, tam film. Dinleyen metronun proje müdürü bu amcaydı der. 

İstanbul'da metro inşaatı da kolay olmamıştır elbet. Bu şehirde planlı şehircilik olmadığından, metroyu inşa edenleri tebrik etmek gerekir. Rutubet kokusunun keskin yanık madeni yağ kokusuna karıştığı yer. Bazen raylar arasında su birikintisi görülür. Pek çok kişi güvenip metroyu kullanamıyor bu yüzden. 

Bizim metro istasyonlarında özgün müzik çalınır. Hem de elektro saz eşliğinde. Amcalar şarkıyı söylemeye kalkışmasalar üç beş kuruş para veren olacak aslında... Türküler, arabesk parçalar, metro istasyonlarının gürültüsüne gürültü katsa da güzeldir. 

Sivrisinek olarak keyif alarak geziyorum metroda. Bizden önceki kuşaklar Kurbağalıdere, Haliç'in sefasını sürerken, biz metroyu keşfettik. Sabah 6'dan gece 12'ye kadar yeterince zaman geçirebiliyoruz. Hem karnımız da tok. Apartmanların açık pencerelerini kollayıp, evdekilerin karnımız doyduğunda şişen mideyi taşıyamadığımız için konduğumuz bir duvarda, bizi öldüreceği tehdidinden uzak olmak paha biçilmez. Geceleri metrobüs devam ediyor. Canı isteyen metrobüse geçiyor. Ben geceleri Asıf babanın manavında uyumayı daha çok seviyorum. Gece şehir biraz sakinleştiğinde dinlenmek ve ertesi güne hazırlanmak güzeldir.


30 Ağustos 2014 Cumartesi

DÖRT AYAK ÜZERİNE

Dünyaya gelişim, her canlının olduğu gibi, benim de kendi tercihim değildi. Ne zaman nerede doğduğuma dair elimde hiçbir kayıt olmadığı gibi, çok küçük yaşta yalnız yaşamaya alışmam gerektiğinden hafızamda da bu konuda yerleşik ve hatırlanır bir bilgi yok. 

Tüm bildiğim, kendime ufak bir AVM bahçesini mesken edinmiştim. Bu mekan tek katlı bir pasaj, içinde 8-10 esnafın çalıştırdığı dükkanlara ve bir bilindik marketin küçük şubesine ev sahipliği yapan bir yerdi. Market içinde küçük bir fırın çevre sakinlerine her sabah sıcak ekmek hizmeti verdiğinden ve ben de oranın müdavimi olduğumdan, her ekmek alanın gözlerinin içine can alıcı bakışlarımı fırlattığımda ve ilgilenmeyenlere sırnaşarak bacaklarına sürtündüğümde garanti bir çimdik taze ekmek koparıp bana ikram ederlerdi. O günlerden gelen bir taze ekmek düşkünlüğüm var. Ama ne yazık ki çok uzun süredir, ne fırından taze çıkmış ekmek sunuldu önüme, ne de kokusunu duydum. 

Asıl hikayemin bu AVM ile veya benim taze ekmek hasretimle ilgisi yok elbette. Sadece birgün bu AVM bahçesinde, yine kendimi sevdirmek için paçalarına sürtündüğüm bir ablanın, beni yakalaması ve bir kafese tıkıp aynı AVM'deki veterinere götürmesi, veteriner ablanın acımasızca bana iğneler batırıp, vücuduma acı hissettirmesi haricinde, bir daha bu mekana hiç uğramadığımı belirtmem yeterli. Beni kafesten çıkarın diye bir patimi kafesin dışına uzatmam, acı acı miyavlamam, umurlarında olmadı. Dünyaya gelmeyi ben tercih etmemiştim ama nasıl yaşayacağıma kendim karar verebileceğimi sanmıştım. O kafesin içinden, korkum giderek artarken, " bırakın beni ne olursunuz, ben hamileyim!" demem bile sonucu değiştirmedi. Beni, bahçeli bir evin içine girdiğimizde kafesten çıkardılar. İlk hedefim kaçmak oldu. Ama nafile o güzelim bahçeye çıkışların hepsi kapalıydı. Kapılar ve pencereler sımsıkı örtülmüştü. Zaten kış mevsimindeydik, daha yeni yıla gireli 3-4 gün olmuştu. O kadar güzel yeşil gözlerim olmasaydı ve anlamlı bakmasaydım, bir de herkese sevgi delisi olarak yaklaşıp, sürtünüp kendimi sevdirmeseydim, bütün bunlar başıma gelmezdi... Kaderime boyun eğip, korkudan bir kenara sindim ve orada endişe içinde oturup beklemey başladım. Özgürlüğüm elimden alınmış ve başıma geleceklerdn bir haber, yanıma yaklaşmamalarını dileyerek ve içimden bildiğim bütün duaları ederek ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Beni buraya alıp getiren ablanın çocuğu olduğunu öğrendiğim ufak insan yavrusu yanıma yaklaşmaya başlayınca topukları yağladım. Önce bir kuytu köşeye saklandım, sonra dolap tepesine sıçradım. Nereye kaçarsam kaçayım beni buluyor ve yakalamaya çalışıyordu. Karnımdaki yavrularla çok hızlı hareket edecek gücüm kalmadığında pes ettim ve artık başıma ne gelecekse gelsin diye kendimi bu ufaklığın ellerine bıraktım. Hayat tecrübem çok fazla olmasa bile birkaç kez AVM içinde kuyruk ve kulak kesen ufak insan yavrularının varlığına ait hikaye anlatanlara kulak misafiri olmuştum. İşte şimdi benim de başıma gelecekler belli olmuştu. Yaşamı seçmediğim gibi başıma gelecekleri de ben belirleyemeyecektim. Üzerime doğru yürüyen bu ufaklık, yüzünde haşin bir gülümseme taşıyor, abla da diğer taraftan çocuğa yardımcı olmak için kaçış yollarını kesiyordu. Ufacık bir koridorda ikisinin arasında direnişe son verip yere iyice yapıştım. Kalbim küt küt atarken çocuğun sıcak elleri karnımın iki yanından bana dolandı ve beni havaya kaldırdı. Sorarım size, kuş gibi uçmak için kanatlarınızın olması şart mı? Değilmiş, ben o an anladım. Çocuk beni havaya kaldırıp hava da bir salto attırdığında yere düşerken heyecandan kalbim duracak sandım. Neyse ki benim 4 ayak üstüne düşme becerim olduğunu hatırlamam pek fazla zamanımı almadı. Vınnn... Kaçış o kaçış. Evin ikinci katından birinci katına öyle hızlı indim ve kendimi öyle çabuk sakladım ki, görünmez olmayı başardığımı düşünmeye başlamıştım. Susadım ve doğrusunu söylemek gerekirse sakinleştikçe acıktığımı da hissettim. Çocuk ve ablanın ayaklarını görebildiğim kadarıyla beni arıyorlardı. İkisi de 'Muffiiiin, pisi pisi, gel pisi, gel, Muffin' diye sesleniyorlardı. Muffin'in bir çeşit kağıtlı kek olduğunu markette öğrenmiştim. Biraz pofuduk, lezzetli ve çok sevilen bir kek türü. Ama muffinin seslenince gelen bir kek olduğunu bilmiyordum. Aradaki pisi pisi deyişini daha önce duymuştum. Bu kedilere verilen genel bir isim. Ama muffin ve pisi kelimeleri birarada tekrarlandığı için kafam karışmıştı. Demek ki yanlış bildiğim doğrular varmış benim de... Neyse beni çok fazla ilgilendirmiyor bunlar, benim peşimi bırakmış olmalarına seviniyorum, gerisini muffin düşünsün, bu kadarı bana yeter!

Günler geçtikçe daha itinayla kucaklanır oldum, her ne kadar kucak sevmesem de ilk hareketi yapıp pati atmadan önce hep bir miyav uyarısı veriyordum. Bu evin en fazla ilgi göreni ben miyim, yoksa muffin denilen kek mi bir türlü anlamadım. Gözümün içine baka baka bana Muffin demelerini hiç anlayamadan etrafta, kek falan görmeden geçen bir haftadan sonra, beynimde bir aydınlanma yaşadım. O 'kek' bendim! Ama ben kendimi kedi sanıyordum. Bu sorumun cevabını almak için defalarca kez evden kaçmayı denedim. Yan komşunun kedisine sorabilirsem belki o bana anlatırdı durumu. Ama nafile çabalar. Beni asla dışarı bırakmadılar ve içeride hapsettiler. Kendileri de açıklama yapmadılar. Sadece Muffin dediklerinde yüzlerine bakmaya veya yanlarına gitmeye başlamıştım ve bunun karşılığında sevgi, ilgi ve mama alıyordum. Ama ne ilgi, kakamı yapmam için bana özel bir kapaklı tuvalet, içine beyaz kum koymuşlardı ve ben işimi bitirince hiç bana kızmadan gidip kumu temizliyorlardı. Bu hayatı ben seçmedim ama bundan şikayet edecek bir taraf da bulamadım. Karnımdaki bebeklerim büyümeye başladığında, abla, yani aslında beni sahiplenip evini bana yuva olarak açan ve benim için hiçbir fedakarlıktan kaçmayan kişi, kilo aldığım düşüncesiyle mama kabıma az mama koymayı düşündü. Ama ben zaten çok fazla mama yemediğim için aklından 'bu işte, bir iş olmalı' diye geçirdi. Ve haklı çıktı. Tam 7 yavru dünyaya getirdim. Hepsi birbirinden fırlama ve akıllı 7 minik 'kek'cik. Bir tanesi simsiyah, diğeri sapsarı, biri sarı-beyaz-siyah lekelere sahip, ikisi bana çok benziyor kaplan desenli, diğeri siyah beyaz çizgili, bir tanesi kahverengi ama hepsi lacivert renk gözlü, 3 dişi 4 erkek miniklerim. Abla evin bir odasını bize tahsis etti. Ben minikleri emzirip dinlenmeye çekiliyordum. Uyanık oldukları her vakit yanımızda abla ve çocuğu bizimle oynuyordu. Ben en çok, çocuk ve arkadaşları yavrularımı severken endişe içinde kalsam da, abla etraftaysa rahatlıyordum. Bir defasında abla yokken çocukların geldiğini görünce, koşa koşa yavrularımı koruma dürtüsüyle, onların olduğu sepetin içine girip üstlerine oturmuştum. Zavallıları,ezerek, kendim öldüreceğimi hiç farketmedim. Neyse ki abla çocukları görüp arkalarından odaya geldi ve beni öyle görünce hemen müdahale etti de kurtardı miniklerimi. Bana Muffin dedikleri gibi yavrularıma da çeşitli isimlerle hitap ediyorlardı. Çocuk sahibim en çok kara oğlumu sevdi. Elinden hiç düşürmediği bu yavruma 'Marmadük' adını verdi. Marmadük diğer kardeşelrine göre daha yavaş öğrenip, daha hareketsiz durduğu için aslında evin çocuğunun onunla ilgilenmesinden memnundu. Çünki bu sayede havalara uçuyor, diğer yavruların sahip olmadığı ilgi ve alakayı görüyor ve özel hediyelere sadece Marmadük ulaşabiliyordu. Yavrularım büyüdüğünde birer birer yeni evlerine uğurlandılar. Her defasında arkalarından, neredeler diye evde aranıyordum. Çünki abla bana farkettirmeden, birer birer, her birini bulduğu ailelere veriyor, sonra benimle sohbet edip beni seviyordu. Yaşamımı hiçbir yönüyle ben idare edemediğim için ne söylesem bir etkisi olmayacağından artık sessizce boyun eğmeye başlamıştım. Birgün sadece Marmadük kaldı. Diğer altı yavrum gitmişti. Marmadük ise bir prens muamelesi gören evin şımarık bebeği oldu. Abla beni, çocuğu oğlumu çok sevdiler. O ilk AVM bahçesinden alınıp eve getirildiğim günü düşündükçe sevinirim. Yavrularımı doğurduğumda bahçe karlarla kaplıydı. Sokak kedisi olarak doğum yapmış olsaydım, ne ben kendimi doyurabilirdim, ne de yavrularıma bakabilirdim. Belki de doğdukları gece daha oracıkta soğuktan donarak ölebilirlerdi, kimbilir? 

Bahar geldiğinde, oğlum Marmadük ile yavaş yavaş bahçede dolaşmaya başladık. Ben çok uzaklara gidip, bütün gün dolaşıyordum ama Marmadük bahçeden ayrılmasın diye sıkı sıkı tembih ediyordum. Ben eve dönerken ona, kuş yavrusu, kertenkele, yılan, fare yavrusu, kurbağa ve çekirge getirmeyi ihmal etmiyordum. Dedim ya, Marmadük çok hareketli olmadığından ve evin çocuğu da onu dışarıya bırakmaya razı gelmediğinden, evde kalmaktan hiç rahatsız olmuyordu. Ben ne zaman bir kertenkele yakalasam evin içinde peşinden koşuyorduk. Onun da avlanmayı öğrenmesi için önüne bırakıp ne yapacağını izliyordum. Fakat bazı günler evde komik bir şekilde abla ve oğlu da bizimle beraber kertenkelenin, çekirgenin, kurbağanın peşinden koşturuyorlardı. Hem de çığlık çığlığa... Kah gülerek kah bağırarak... Yılan ve fare yavrusu denemelerim bahçeye kadar getirmekle sınırlı kaldı. Çünki büyük oldukları için, ağzımda bu hayvanlarla eve girerken gören abla hep kapıyı, pencereyi yüzüme kapatıyordu. Yüzünde de dehşet bir görüntü oluşuyordu. Sonuçta Marmadük bir avcı olmadı. Ne yazık ki oğlum bahçelerde koşturup oynasa da yemek yemeye hep eve geldik, yemeğimizi yedik ve tekrar dolaşmaya çıktık. Marmadük en fazla evdeki böcek ve sinekleri yakaladı. Hala da avcı ruhu yok. Sadece kendisine birkaç arkadaş edinip, onları eve davet ediyor ve mamamızdan ikram ediyordu. Önce abla ve çocuğu Marmadük'ün arkadaşlarını eve almıyor bahçede besleyip oynamasına izin veriyorlardı, bir süre sonra onlar da eve girip çıkmaya başladılar. Marmadük, artık istediği arkadaşını davet ediyor, evde oyun oynuyorlardı, ancak ben, annesi olarak, engel olmaya çalışıyordum. Sonuçta abla ve çocuğunun bize yaptıkları iyiliği suistimal etmemeliydik. 

Marmadük ve ben birgün karga tulumba birer kafese konulup başka bir eve götürüldük. Bahçesiz bir apartman dairesi. Burası normalden daha ufak bir evdi. Bizim alıştığımız geniş ev ve bahçe yoktu. Burada abla ve oğlu da yoktu. Biz bahçeli evimizde yaşarken hissediyordum ancak ablaya bir türlü ifade edememiştim çocuğunun hasta olduğunu. Benim altıncı hislerim çok güçlü, hem ben hastalıkları tespit edebiliyorum, ama insan dili bilmediğimden anlatamıyorum. Zaten o dönem abla da çok yorgun ve moral olarak zor bir süreç yaşıyordu. Hayatında pek çok değişim yaşıyor ve hiçbir şeyi farketmediği gibi yaşamındaki gelişmelerden de mutsuz olmuş, isyankardı. Başına gelenlerin yaşanması gerekenler olduğunu kabul etmediği gibi, içinde kaybolduğu sarmalden silkelenip kurtulamıyordu. Tek duası bir an önce bir olay olması ve yaşadıklarının hepsini ona unutturmasıydı. İşte çocuğunun hasta olduğunu öğrendiğinde bu dileğinin gerçek olduğunu anladı. Son pişmanlık fayda etmez misali bir daha dua ederken bile olumlu düşünmeye başladı. Biz başka bir evde, abla ve oğlu hastanede çok uzun zaman birbirimizden ayrı kaldık. Marmadük yeni evimizde de uslu durmadı. Hatta kendini yemeğe verdi. Dışarı çıkamadığımız gibi, alan o kadar küçüktü ki oyun oynamaya, kudurmaya bile yer yoktu. Biz yine de evde kimse yokken tüm boğuşmalarımızı yaptık. Hareket etmek zorundayız ve zaman geçirmenin başka yolu yoktu. 

Marmadük artık burası yeni evimiz diye düşünüyordu ama ben birgün yeniden abla ve çocuğuyla yaşayacağımızı hissediyordum. Birgün ikisi de bu eve çıkageldiler ve bizi öyle mutlu ettiler ki... O zaman öğrendik çocuğun babasının evinde olduğumuzu ve burada geçici bir süre kalıp eve geri döneceğimizi. Elbette bu bize moral oldu. Çocuğun bizi yüzünde bir maske ile seviyor olması, ellerini sürekli yıkaması durumun ciddiyetini gözler önüne seriyordu. Marmadük ve ben o günden sonra bekleyişimizi hiç soru işareti yaşamadan sürdürdük. Burada geçici bir süre ile bulunuyorduk ve çocuk iyileşir iyileşmez, bizimle yaşamasına izin verilir verilmez yine beraber olacaktık. Sevincimizden koltukların tepesinden kaç kez atladık, kaç kere birbirimizin tepesine zıplayıp altalta üstüste tepindik hatırlamıyorum. Bu evde bize çocuklarına bakar gibi ilgi ve sevgi gösterdiler. Evin misafiri değil sahibi gibiydik. Kedielerden nefret eden baba çocuğu için bize katlandı, hatta zaman içinde bize alıştı, ayrılırken üzüldü bile. Evdeki abla ise tam bir kedi severdi. Hem çocuğu, hem de bizi çok seviyor olmasaydı bugünler nasıl geçerdi? Biz de bu ablayı çok sevdik. Baba ve bu abla bizi çocuğun yeni evine bırakıp gittiklerinde arkalarından biraz hüzünlü baktık, ama yeni evin sağını solunu gezdikçe, yavaş yavaş alıştık. Burada tanıdığımız eşyalar olduğu gibi daha geniş bir alan var. Hem bahçeye çıkamasak bile balkonda uzun uzun vakit geçirebiliyoruz. Açık havayla bağlantı kurmak bile güzel. Zaman herşeyin ilacı der ya insanlar, aynen öyleymiş. 

Bir zamanlar, beni yakalayıp kafese tıktıklarında, bir eve hapsedip, dışarı çıkarmadıkları ve kaçamadığımda isyan edip, lanet ettiğim şeylerin, şimdi düşününce ne kadar büyük bir lütuf olduğunu anladım. Hamile olarak sokaktan alınmam, eve getirilmem, en güzel mamalarla beslenmem, Muffin adıyla adlandırılıp, bir kek gibi beğeniyle ve iştahla sevilmem... Hayatımı ben yönlendirip yönetemedim, hepsi kendiliğinden olup biten birer tesadüftü, ya da benim istediğim ve bilinçsizce düşündüğüm şeylerdi, ya da dualarım ve isteklerimdi, hiç farketmez...  Hayata gelmeyi tercih edemedimse de, yaşadıklarım için her zaman şükretmeyi öğrendim. 




16 Ağustos 2014 Cumartesi

HAYALDEN GERÇEĞE BRUJ'A

Önüm, arkam, sağım, solum; bebek! Boeing 737 tam kapasite dolu. Sabiha Gökçen Havaalanından Brüksel'e gitmek üzere çoğunluğunu gurbetçi Türklerin doldurduğu uçaktayım. Bu kadar fazla Bebekli yolcunun varlığını, geçtiğimiz bayram tatiline yorumluyorum. Memleket ve akraba ziyaretleri sona ermiş, dönüş başlamış olmalı. 

İki gün önce aldım uçak biletimi...Yaklaşık 10 aydır süren hastane maceramızın, 1 yıldan biraz daha fazla sürecek olan kontrol ve korunma bölümü için, aradabir uğradığımız durağı hastane bahçesinde... Hastaneye ilk yattığımız dönemde biri bana birgün burada seyahat planı yapacaksın dese, o kişiye küfretmekle kalmaz, alnına kurşunu sıkıp vururdum herhalde. Öylesine uzak görünüyordu ki bugünler, hatta dürüst olmak gerekirse, görüş sıfırdı. Şimdi 2 gün önce hastanede satın aldığım uçak biletiyle yola çıkmış gidiyorum. 

Aslında Brüj diye bir yerin varlığıyla tanışmam hastane odasında oldu. Hani sosyal medya dışında fazla bir sosyal ortamım kalmadığı o renksiz, yürek hoplatan, sıkıntılı günlerde. Beni ve oğlumu hayattan koparmayan tek şey, sosyal medya sayesinde etrafımızda olan insanlardı. Bildiğimiz tekşey birilerinin bizi  ve haberlerimizi takip ettiğiydi. Bu yüzden asla vazgeçmedik, önümüze çıkan zorluklara yılmadan cevap verdik. Yine aynı kanal yardımıyla yeni hayaller kurduk. Benim Brüj'e gidip fotoğraf çekme hayalim de küçük, havasız, kasvetli turuncu koridorlu hastane odasında başladı, birgün aniden...

Uçakta sol tarafımdaki 3 koltuk 4 kişilik bir aile tarafından doldurulmuş durumda. 7-8 aylık tombiş bir kız bebek ve 3-4 yaşlarında bir erkek çocukları var. Kız gerçek bir pofuduk bebek. Eline ne geçirirse ağzına götürüyor. Şu ana kadar yedikleri arasında bir gazete, bir magazin dergisi, bir de uçağa ait emniyet talimat kartı var. Eline verilen oyuncak ise ağızdan yere, yerden ağıza... Baba ve annenin yerden alma sürecinde ayakları altından geçmesini de eklersek, bebeğin bağışıklık sistemi hayli gelişmiş olmalı... Ufaklığın abisi ise tam bir sessiz gemi. Var mı, yok mu belli değil. Kız uçağın havalanması ile ağlamaya başladı bile. 3 saatlik yolculuğun ilk şenliği başlamış bulunuyor. Yanımda 2,5 yaşında bir kız çocuğu ve annesi oturuyor. Yaşı nedeniyle kıza koltuk satın almalarına rağmen, çocuğun annesinin kucağından inmemekte direnmesiyle aramızdaki koltuk boş. Annenin kalkış esnasında bebek emniyet kemeri istemesine rağmen, bu istek geri çevrildi ve ikisi aynı kemere bağlı olarak seyahate başladılar. Arka koltukta ise bu ailenin devamı, baba oğul oturuyor. Öndeki ve diğer koltuklardaki çocukları şimdilik ben rafa kaldırıyorum çünki belli ki bu ikisi benim yolculuğumun yeterince renkli geçmesine hizmet edecekler. 

Herkesin yaşadığı bir hayat ve bir de kurduğu hayaller vardır. Her kim yüksek tolerans sahibiyse yaşadığı hayatta mutlu olur... Hayallerinin peşinden koşmak ve gerçekleştirilebileceklerini ertelememek insanın kendisine vereceği en büyük hediye bence. İşte böyle başladı benim fotoğraf makinamla maceram. 

Küçük yaşlarda edindim fotoğraf çekme merakımı. Benimkisi baba mesleğinin devamı... Fotoğrafa meraklı babam, evde bir karanlık oda hazırlamış, askerlik mesaisinden geri kalan zamanlarında çektiği fotoğrafları burada tab eder ve bana da öğretirdi. Emekli olduktan sonra açtığı fotoğrafçı dükkanında çok zaman geçirirdim. Beraber tab ettiğimiz fotoğraflar, ben 7-8 yaşlarındayken, siyah beyaz fotoğrafçılık ile başlar. Renkli fotoğrafçılık başladığında, ilk renkli fotoğraf tabını yine karanlık odada beraber yapmıştık. İlk defa orada öğrenmiştim mavinin negatifinin turuncu, kırmızının yeşil olduğunu... Dijital fotoğrafçılık henüz gündemde değil. O yıllar fotoğrafçılık henüz bir 'sanat'. Pastel boyalarla renklendirdiği pek çok siyah beyaz fotoğraf olmuştur babamın. Ya da ayrı ayrı iki vesikalıktaki, hayattan göçmüş bir dede ile zevcesinin fotoğraflarını aynı karede birleştirip, onları biraz renklendirerek, büyük boy tab edip, çerçeveleyip, çocuklarının evlerindeki duvarlara asılmak üzere uğurlamıştır çok zaman... 'Foto Karagöz', yıllarca yaşadığımız şehrin çok tutulan bir fotoğrafçısı oldu. Ta ki, bir kiosk makinası ile otomatik fotoğraf baskısı yapıldığını görüp dükkana geldiğinde 'bu iş sanat olmaktan çıktı, zanaat oldu, artık ben bırakıyorum' dediği güne kadar. Dükkanda ne var ne yok, hepsini dağıttı babam. Biz çocuklarına da birer fotoğraf makinası düştü o zamanların en çok bilinen markalarından, ben iki abimden sonra gelen yaşça evin küçük çocuğu olduğum için yine en basit en küçük olan makinaya sahip olmuştum. Zaten fotoğrafçı çocuğu olduğumuzdan heryerde elimizde bir fotoğraf makinesiyle gezerdik, okulda, piknikte, gezide, sürekli fotoğraf çekerdik. Sebebi bu mudur bilmem, bir yanım hep fotoğraf yatar, fotoğraf kalkar benim...

Yıllarca hep bir profesyonel fotoğraf makinası hayali kurdum durdum. Durma nedenimi hiç itiraf etmesem de sanırım çekmek istediğim fotoğraflar için yeterli vakit ayıramayacağımı düşünmüş olmamdı.   Zaman ayırmadığımız sürece o beklenen zamanın gelmeyeceğine ayıldığımda takvimler tam bir yıl öncesini, hastaneyle tanışmadan 3 ay öncesini gösterir. Kısmetini bekleyen güzeller güzeli kameramı gidip satın aldığım ve kutusundan çıkardığım gün bir hayalin gerçekleşmesinin insan ömrüne birkaç yıl daha kattığını hissettim. Bir hayali canlı yaşamak! 

İlk iş fotoğraf makinamı alıp tatile gitmek oldu. Kullanım klavuzundan kameramı tanımak, ilk çekimleri yapmak... Hani derler ya, "çocuklar gibi şendim", tarifi aynen böyle birşeydi. Hergün sabahtan akşama kadar klavuzdan makinamı öğreniyor, akşam üzeri ise gün batımı fotoları çekmek için deniz kıyısına koşuyordum. Bu kadar tefarruatlı bir kamerayla çekim yapmayı klavuzdan öğrenmiş fotoğrafçıyım ben. İlk çektiğim pozlar pek tabiiki günümüzün modası, ayak özçekimleri oldu. Ağaçlar, çiçekler, kediler de devamında eşlik etti. Etrafımdaki herşey benim için model olmuştu, ancak beraberliğimiz fazla uzun süremeden oğlumun hastalığı ile tanışıp makinamla bir süreliğine ayrı kaldık. Hastane benim için fotoğrafçılığı takibe başladığım, birçok fotoğraf meraklısıyla sosyal medya üzerinden tanıştığım süreçtir. 

Uçakta ufak bir senfoni orkestrası hiç susmadan konsere devam ediyor. Bir tanesinin 'fa minör' bastığı yerde diğerinin 'sol major' devam etmesi olmasa, biri susup diğeri başlasa, belki biraz daha dinlenebilir bir cümbüş olacak ama bu ufaklıklar birbirini tetikliyor. Arada anne babaların susturmak için çıkardıkları gürültüler de eklenince... Kokulardan bahsetmeyi aklıma bile getirmiyorum. Hepsinin altlarında birer pamuklu minder olduğunu hatırlatmak, çok yersiz ve hatta biraz mide bulandırıcı gelebilir. Hadi ama buruşturmayın yüzünüzü, hepimiz geçtik bu yollardan, önce büyürken, sonra, eğer varsa,çocuklarımızı büyütürken... Neyse ki sağımdaki çocuk uyudu, saçları koluma sürtünecek şekilde ayakları annesinin kucağında yatıyor, uyanmasın diye kolumu sabit tutmaya özen gösteriyorum. Sol arka çarprazımda oturan bir 'kütük' var ki, bahsetmeden geçemeyeceğim. Ağzını sonuna kadar ayırarak esnerken yüksek sesle böğürmesi ve ardından 'la la la' şeklinde koraya eşlik etmesi, çocukları kıskanmasından mı yoksa ilgisiz büyütülmüş olmasından mı bilemedim. 

Bir fotoğrafçılık sitesinde gezinirken, ışığın su kenarına sıralanmış küçük evlere yansımasımasının yarattığı güzelliğe vuruldum. Mekan aynı olmasına rağmen her fotoğrafçının objektifinden farklı bir çizim vardı. Fotoğrafların Brüj'da çekildiğini öğrendiğim zaman başladı aynı mekanı kendi kameramla yorumlama hayalim. Dedim ya hastane bahçesinde 2 gün önce son kararı verilmiş bir seyahat, tahmin edildiği gibi hızlı çekim olacak, iyi bir zaman yönetimiyle 3 gün 3 gece 3 şehir fotoğrafı çekip gelmek hayalindeyim. Sinderella masalı gibi herşey 3 günün bitiminde eski haline dönüşecek. Arada 3 gece ise bir hayale yaşam bulduracak. 

Yanımdaki kız çocuğu şimdi uyandı. Uyanır uyanmaz annesinin hışmına uğradı. Çocuğuna sarılıp okşayıp güleryüzlü bir sevecenlikle karşılamasını beklerken, kendi duygularını tanımayan zavallı anne çocuğunu sarsmaya başlayınca kız avazı çıktığı kadar bağırmaya, anne daha çok kızmaya ve kıza vurmaya başladı. Kimin çocuğu olarak doğacağımız elimizde değil ne yazık ki... Annesinin kızı olarak bu çocukta yeni nesiller yetiştirecek günü geldiğinde...

Brüksel havaalanına iniş için alçalıyoruz anonsu yapıldı. Bu seyahat diğerlerinden çok farklı benim için. Yüksek topuklu ayakkabılarımdan hiçbiri benimle gelmediği gibi, bir valizim de yok, ufacık bir sırt çantası ve fotoğraf makinam ile çıktım yola. Bedenim ve aklım birkaç bin mil havada şu an. Bu gece ilk masal şehir Ghent ile başlıyorum kendi gerçek masalımı yaşamaya. Kafamda eğlenceli sorular, bakalım 'yarın akşam Brüj bana da diğer fotoğraf meraklılarına verdiği aynı seksi pozu verecek mi, benim fotoğraf makinamla da aşk yaşayabilecek mi? Bu kadar çocuk gürültüsüne değer mi?'... Heyecanım keyfime keyif katıyorken, herşeye değer bence. Hatta şu sol çarprazımdaki 'kütük' bile eğlenceli geliyor bana. 

Ben hayalimin yaşam bulmasına ve objektifimden ölümsüzleşmesine doğru çıktım yola, herşey yaşama dört elle sarılmaya ve yaşamaya değer. Hayal et, planla, gerçekleştir ve hatıralarına kat yeter ki...

Finali yanımda oturması gereken ama oturmamak için çapulculuk yapan Rümeysa (adını o kadar çok tekrarladı ki annesi ) ve annesinin biber gazı ve toma bulamaması nedeniyle ellerini kullanarak kızın suratına indirdiği sağ sol kroşeler ve sözlü hakaretlerle yaptık. Çapulcu Rümeysa direnişinden asla vazgeçmedi, tüm yolcuların dikkatini üzerine çekmeyi başarırken ben kesinlikle olaylara karışmamayı tercih ederek penguen belgeseli izler bir edayla çevreme bakmaya devam ettim. En sonunda Rümeysa anne kucağına geçip, hem de kemersiz olarak inişi gerçekleştirerek, mücadelesinde zaferi kazandı.

Uçaktan inme zamanı, Brüksel'deyim. 

12 Ağustos 2014 Salı

Sessiz Ümit

Hani derler ya,'yemedim, içmedim, her işi bıraktım oturdum', ben de dün akşam böyle bir havayla, bir "turuncu koridor" yazısı yazdım. Bu kez içeriği fazlasıyla yürekleri dağlayacak, pek çoğunuzu sarsacak, bazılarınızı ağlatacak ve çoğunluğunuzun okumadan geçeceği bir yazı olmuştu. Bilerek, isteyerek, içimden gelerek, özellikle  böyle seçmiştim konuyu.

Buram buram duygu yüklü, havası ağır, bir hastane gerçeği ve size tanıştıracağım bir delikanlı vardı satırlarımda. Hayalleriyle, umutlarıyla, yaşadıkları ve yaşayamadıklarıyla, turuncu koridorun 17 numaralı 'korku' odasından, bir sabah telaşla alınıp yoğun bakım servisine götürülen ve bir daha kendisinden haber alınamayan... Aslında haber alınamayan demek çok yanlış oldu, haber aldık elbette; tüm 17 numaralı odadan telaşlı koşuşturmalarla aniden ayrılan ve yoğun bakım servisine kaldırılan ve orada tedavisini tamamlayıp "iyileştiğini", bir daha hastaneye geri dönmesine gerek kalmadığını öğrendiğimiz diğer çocuklarımız gibi, hastaneden 'taburcu' olmuştu 18 yaşındaki Ümit de, koridordaki adıyla 'Ümit Abi".  

İstemedi sanırım hikayesini sizlerle paylaşmamı, hep sessizdi zaten Ümit, sanırım bozulmasın istedi sessizliği, bilmiyorum ki? Yazıma son noktayı koymuş tam 'paylaş' tuşuna basacaktım, ama yanlışlıkla 'sil' tuşuna bastım. Öylece kayboldu ortadan, siliniverdi, uçtu gitti sayfalar dolusu yazdıklarım, hem de bir saniyede... İçimdeki bir çığlık, yüzümdeki keder ve ne yapacağımı bilememezlikle, ellerim bomboş kalakaldım, nafile... 

Dün Ümit sessizliğini bozmamı istemedi madem, bugün geride kalan hayranlarını yasa boğan Robin Williams'ın anısına bu yazımı paylaşayım istedim. Uzun bir hayat ve güzel anılar bırakıp gittin, adını her zaman anacağız Robin. 

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Sansasyonel

Sevmek sahip olmak değildir, sevmek değer vermektir! Hatta sevmek özgür bırakabilmektir.

Ben söylemedim, bu ve benzeri sözler çok söylenmiş, çok fazla var. Bu sabah Osho'dan bir paylaşım okudum, "bir çiçeği seviyorsan bırak yaşasın" diyordu. Sevdiğim çiçeği dalından koparıp bir vazoya koymak varken bırakayım yaşaşın, nasıl bir mantıktır? (İnsan yaradılışı, her konuşana, her söze, önce bir posta koyup, itiraz etmeden düşünmek olur mu?)

Ey Osho, benim güzel bir çiçeği görünce ilk aklımdan geçen, onu o daldan koparıp sahip olmaktır. Güzelse benim olsun. Çiçek koparmak karşı konulamaz bir dürtüdür, vazgeçemediğim... Yaşadıkça, yaş ilerledikçe, çiçekleri tanıdıkça anlıyorum, aslında onlar çekiciliklerini, cazibelerini kaybetmeseler de benim onları koparma isteğim azalıyor ama yine de bu dürtü benimle yaşamaya devam ediyor. 

Biliyorum ki güller tehlikeli çiçeklerdir, dikkatsizce dalına yapışırsam canımı yakar. Eğer gerekli ekipmanım varsa, eldiven ve makas gibi, acımasızca bir tanesini koparmayı hiç ihmal etmem. Gül dalında güzeldir yanlış bir öğretiymiş, aslında gül ne kadar çok budanırsa o kadar fazla çiçek verir, mazoşist!

Bazı çiçekler de gizemlidir, gelincik örneğin, dalından kolayca kopar ama bıraktığı beyaz sıvı ellerime bulaşıp önce yapışkanlık hissi verip, ardından elimdeki sıvı kahverengine döner, ya, of o ne berbat bir histir! Yıkasam bile ne yapış yapışlığı geçer ne de rengi çıkar, bu nedenle bırakırım dalında kalsın, sadist!

Tanımadığım daha önce hiç karşılaşmadığım öyle çok çiçek var ki hala. Bu nedenle değişik ve güzel bir çiçeğin cazibesine kapılmaya devam ediyorum. Kim etmez ki? Elimde olmadan yaklaşıp inceliyorum. Koklamadan önce mutlaka taç yapraklarının arasında arı veya böcek var mı diye kontrol etmeyi asla ihmal etmiyorum. (Tecrübe edilmiş bilgi, başınıza gelebilecek büyük acılardan birini yaşamamak için sizin de aklınızın bir köşesinde bulunsun, her çiçek güzel kokmama ihtimali taşıdığı gibi, güzel kokan çiçeklerin saklanmış gizli koklayanları var olabilir. Burnumu sokmadan iki defa düşünmek ve temkinli olmam da fayda var.)

Ne olursa olsun, ne kadar öğrenmiş, ne kadar tanımış olursam olayım ben bir çiçek görünce, hele ki daha önce görmediğim güzellikte ve ilginç bir çiçekse onu koparmak isteğiyle, şöyle dalına elimi uzatıveririm. Bazısı hiç karşı koymaz, gelincik gibi, ama sonradan pişman eder beni, kimisi önce canımı acıtır, gül gibi ama sonra koklamaya, izlemeye doyamam mutlu eder beni. Kimisi sürpriz yapıp boynunu büker, koparır koparmaz soluverir,örneğin hercai menekşe, üzülürüm, oracığa, dallarının altına bırakır ayrılırım yanından. Yazık olur ona da bana da...

Bazı çiçeklerin dalı öyle kalındır ki, narin incecik kırılgan görünür, şöyle hafifçe tutup, çıt diye koparabileceğimi hissederken, birden bir mücadele başlar aramızda, parmaklarımı adeta bir sicim kesmeye başlar, o dal incinmiş, kırılmış, çiçek yere doğru sarkmaktadır, bıraksam az sonra solacak, bırakmasam inatla kopmamaya kararlı, bir karşılıklı inat sorma gitsin! Hele ki o çiçeği etrafta kimse görmeden koparıverip kaçayım dediğim bir bahçedeysem, utanırım, kızarırım, kalp atışım hızlanır, soğuk terler dökmeye başlarım. Kimseler beni suçlamasın baskısı bir yandan, içten içe yaşadığım pişmanlık bir taraftan, başladığın işi yarım bırakmak istememek diğer taraftan, çiçeği incittiğime üzülüp bari biraz da su da yaşatayım isteği öte yandan... Güzelliğine aldandığım çiçek kopmaz, ben bırakamam, iki elle mücadeleye devam edip artık inceldiği yerden kopsun deyip son bir çaba asılır o güzelim taç yapraklarının elimde kalışını seyrederim. 

Elimde kalan taç yaprakları ben ne yapacağım? Onları da yere savurur, oradan, büyük bir hayal kırıklığıyla uzaklaşırım. Çiçeğe verdiğim zarara üzülmek, yenilginin ağırlığını hissetmekle geçer birkaç dakikam. Sonra yavaş yavaş öfkelenirim. Önce çiçeğe! Çok güzeldi hayal ettiğim vazoya çok yakışacaktı oysa benim hayallerimin yıkılmasına sebep oldu diye ilk veryansından sonra sorular başlar; nasıl bu kadar zarif, narin görünüp aldatıcı olabildi diye, parmaklarım hala sızlamaktadır o sırada... Sonra kendime kızmaya başlarım, ben nerede yanlış yaptım, çiçeği koparmak için bir alt dalın kenarından kırsaydım acaba kopar gelir benim olur muydu? Yanındaki dalda duran biraz daha yaşlıca olanı koparmayı deneseydim, belki dalı daha ince olurdu, bu kadar da uğraştırmaz, yormaz, üzmezdi beni diye... En sonunda mantıklı düşünme başlar; keşke hiç dokunmasaydım, bir süre gözlerimle izleyip oradan uzaklaşsaydım ve yarın yine onu orada görebilseydim demek aklıma geliverir. 

Ertesi gün oradan geçerken o koparmaya çalıştığım zedelenmiş dal ile karşılaşınca yüreğim daha çok burkulur,elimde yine bir sızı hissederim, ister istemez gözlerim oraya kayar, çiçek yoktur, dalın ucu ise boş, parçalanmış, kuru... Bir sonraki gün unutmak isterim, karşı kaldırımdan yürümeyi tercih ederim. Ama tam o bölgeden geçerken yeniden hatırlar, olanlar için hem çiçeğe hem kendime yeniden kızarım. 

Bununla da kalmaz bir süre çiçeklere düşman muamelesi yaparım. Çünki artık hepsi bana o sahip olamadığım çiçeği hatırlatmaktadır. Aradan biraz daha zaman geçince yavaş yavaş öfkem azalmış yeniden sevmeye başlamışımdır, ama bir farkla artık koparmak, sahip olmak, ömründen çalmak istemem hiçbir çiçeğin. Biraz daha zaman geçince unuturum bu yaşananları, daha doğrusu unutmam ama artık hatırladığım zaman o ilk zamanlardaki güçlü hisleri taşımıyor olduğumdan, gülümser geçerim. Sonra birgün bir çiçek daha çıkar karşıma, bu öyle al benisi yüksek bir çiçektir ki, gel beni kopar diye çağırır, koparmaya gitse de elim, ufacık bir hamle ile çiçeğin başka bir dalının gücünü denemiş olsam bile, vazgeçerim. Yeni bir üzüntü yaşamak istemiyorsam, çiçeği de üzmemem gerektiğini bilirim. Bırakırım yaşasın, ben onu görmeye geldiğimde mutluysa, yeni dallarda yeni çiçekler açmış beni bekliyordur zaten. 

Bir anlık hevesle, dalından kopardığım çiçek bana direnmese ve benimle gelebilse bu kez bir vazo içinde birkaç gün su da yaşayacaktı. Ama birkaç gün sonra ya benim hevesim bitecek ya da çiçek solup kötü kokular yaymaya başlayacaktı. Başlangıçta gözlerim parlamış, narince elime alıp incitmeden vazoya koymuş olduğum güzellikten ayrılırken yüzümü buruşturmuş, kokusunu duymamak için burnumu tıkamış ve bir çöpün içine duygusuzca fırlatıp atmış olacaktım.

Osho büyük ihtimal ile benim anlattıklarımdan daha farklı birşeyler anlatmaya çalışıyor. Sanırım Osho çiçeklerin dilinden, kaleminden yazmıştır, benim gibi sadece bencil ve tek yanlı değil. 
Olsun ben de bunları yazıverdim. Başka bir söz de der ki; "anlattıkların, karşındakinin anladığıyla sınırlıdır". Siz ne anladıysanız artık, buyrun...