22 Mart 2014 Cumartesi

Hayat, Heyhat


           "Sekiz nohta altı 'uç'... Abla bi de sen bahsana gözünü seviyim, ateşi var de mi?"

             36.8 ateş ölçerin küçük ekranında kara kara yazan rakamlar.

            "Yok ablacım ateşi falan yok çocuğun. Önce şunu bir düz tut bakayım sen, bak şu pembe uçu sola (solu sağı bilmez herhalde) yani şöyle kapıya gelecek şekilde okuyacaksın. Bak şöyle otuz altı nokta sekiz. Üç altı nokta sekiz." 

            "Uç olunca otuzaltı mı oluyi? Ateşi çikiyi demi".

           "Bak ablacım üçle altıyı yanyana görünce için rahat olsun, ateşi yok, normal, herşey younda gidiyor demek. Üçle yedi yanyana ise, yani otuzyedi nokta ise git hemşireye söyle ateş artmaya başlamış demektir, üçsekiz görürsen ateşi var demektir o zaman endişelenmekte haklısın. Ama bak burası hastane, burada yalnız değilsin, ateş çıkar çıkmaz ilaç verirler, doktor, hemşire bırakmaz çocuğu o durumda, müdahale ederler." 

          Müdahale mi? Bu kelime anlaşıldı mı acaba? Dur bir de farklı bir dille anlatayım. 

          "Bak ablacım benim oğlan varya..." elimle Noyan'ı gösteriyorum, Noyan gözlerimin içine bakıyor, sırıtıyor, başını iki yana hafif hafif sallayarak, inanamamışlığını yüzüne yansıtıyor, 'nasıl olur, bu devirde bu kadar cahil insanlar hala var mı' bakışlarıyla benim sabrıma hayranlığını belli ediyor. 

           Bir ateş ölçme konusunu 3 gün boyunca, günde 3 kere tekrar ederek, uygulamalı göstererek, anlatarak öğretemedim kadıncağıza. Hala o termometre ters duruyordu elinde ve hala rakamları ters okuyordu "yedi altı uç"... Oğlu 2 yaşında kadın ise 36. Van'dan İstanbul'a göç etmişler. Türkçe olarak derdini anlatamıyor, ama konuşuyor. Altı çocuk doğurmuş, ikinci çocuğu soğuk bir günde Van'da evlerinin önündeki kuyuya düşmüş, kuyu sekiz metreymiş, su çok soğukmuş, çıkarana kadar soğuk suda donarak ölmüş. Kalanlar yaşıyor, en küçüğü bu iki yaşındaki, şimdi lösemi hastası!

            Öyle zayıf bir çocuk ki, anne sütüyle besleniyor ancak sindirim sistemi iflas etmiş. Doktor sütten kesip yemek vermesini istemiş, ama hergün yoğurt ekmek, ağzı açık kapta saatlerce beklettiği o yoğurdu yediriyor. Başka yemek yemiyor, istemiyor çocuk. Zaten hangisi istiyor ki yemek yemeyi. İlaçlar öyle sert ki yeseler de çıkarıyorlar...  Çocuğun yüzüne bakıyorum, elinin bir tanesini gözünün üzerine koyup saklanıyor. Sevimli de kereta. Ağzı burnu ufacık, gözleri ürkek, sokak kedileri çocuğun  yanında daha sosyal kalırlar, öyle korkak garibim. Konuşamıyor ve herşeyi ağlayarak anlatmaya çalışıyor. O kadar gün içinde ağzından bir kere 'anne' kelimesini duymadım. 'Enaaa' benzeri bir ses çıkararak bağırıyor ağlıyor, hepsi bu. O 'enaa' dedikçe annesi de cevap veriyor ; 'çı, su'. Su ne demek biliyorum da 'çı' konusunda en ufak bir fikrim yok. Çocuğu ağlayınca anne dediğin kucaklar, sarılır, sırtını okşar, çocuğunu yatıştırır, bu zavallı 'çı' ve 'su' diyor o kadar. Bir kere çocuğunu öptü, elimizde olmadan Noyan ve ben gülmeye başladık. Alkışlamak geldi içimizden, sanki bizi öpmüş gibi sevindik. Sanırım çocuk da bizim kadar sevinmiştir. 

          "Ağlarken sarılsana çocuğuna, öpsene, kucaklasana" diyorum, kadın " sevmem mi abla, bu hastalıktan ben ne yaptığımı biliyom mu" diye dert yanmaya başlıyor. Haklı aslında bu hastalık yalnız insan hastalığı değil. Kadın aylardır hastanede evde boy boy çocuklar, sadece bir kızı varmış o da 10 yaşındaymış, büyük olsa çocuğu emanet eder birgün evine gider dinlenir veya bir ihtiyacını giderir. Bir ekip gerekiyor bu hastalıkla savaşmak için...ama bu kadın tek başına...

               Gece sabaha sabah geceye karışıyor. Beni kenara çekip sıkılarak bir soru soruyor:
             " Abla ben bişi diycem, ben kirlenmedim, yirmi gün geçti şimdi bi bebeğe daha bunla bahamam, günah olur mu?" 

             Tarif edemeyeceğim o an ki durumumu, tarife kalkışırsam birkaç sayfa anlatmakla bitiremem. Ne diyeceğimi şaşırdım. Hani sorun şu ki, ona onun dilinde cevap vermezsem boşuna konuşmuş olacağız, ama kesinlikle hamile kalmaması gerek, yoksa bu zavallı hasta çocuğu yaşatamaz. 

             "Olur mu kız öyle şey" diye yakınlaşarak cümleme başlıyorum. "O daha çok küçücük, bebek bile değil daha oluşmamıştır, hiçbişeycik olmaz, Allah senin şu halini görüyor, sevaba bile girersin, günah olmaz." 

              "Olmaz de mi abla, ben o zaman bozayım onu" diyor. Uyanamadım ne demek bozmak? Elimle uzağı işaret ediyorum, aslında gösterdiğim yer hastane bahçesindeki diğer bina, aklımca doktora gider diye kurgulamışım ya.

                "Git yarın bir doktora görün o kolay iştir hemen alıverirler." 
                " Yoh abla dohtora gitmeyem ben bozarım" diyor. 
            
                   Ben 'nerelere gidem, neler edem' çaresizliğini neden yaşıyorsam, bana ne oluyor? Kafayı oynatacağım. Burası çocuk hematoloji, onkoloji servisi. Burada en son ihtiyacımız olan şey hasta anneler! Zaten bakarsanız hepsi 'ruh hastası' ama çaktırmıyorlar işte. Burada betondan daha sağlam durmak zorunda kadın denilen; ağlak, zırlak, duyguları dakika da bir değişkenlik gösteren, bir anı bir anına uymayan, ne istediğini kendi bile bilmeyen insan türünün. Abartmıyorum, bu serviste anneler hep mutlu, hep motive, kavga yok, hayat hep toz pembe, ağlamak yasak! Dert yok tasa yok keder yok hüzün yok. Hasta mı? Kim hasta? Biz lunaparkta korku tünelinden geçmiyor muyuz, az sonra bitecek! Durum budur... 

              "Kanaman olursa seni boşver, çocuğuna kim bakar, sen yarın git şu doktora"... Acaba anladı mı, acaba ikna oldu mu? Yemin ederim yoruldum. Her cümleyi on değişik şekilde, biraz tiyatro, biraz senaryo, biraz uydurma, biraz gerçek hayattan örneklerle anlatmaya çalışmak ne zormuş. Bitkin düşüyor insan, sonunda anlasa çabalarımın karşılığını aldım diyeceğim, anlamadığını tahmin edip umudumu da yitiriyorum. 

             Noyan'a sarılıp, yanağımı yanağına dayayıp kulağına; " bak oğlum, bu bebeğin ne günahı var, zavallı dünyaya böyle bir annenin çocuğu olarak gelmiş, onun elinde olan hiçbirşey yok, onun yerinde sen de olabilirdin, şans işte, şükredelim halimize" diyorum. Anlamlı bakıyor suratıma, çok anlamlı...

           Sonra ikimiz birden çocuğun 'enaa' diye ağlamasıyla 'çı' diyoruz, gülüyoruz birbirimize, kadın da gülüyor. Bir hayat bir başka hayata dokunup geçiyor işte. Biz şükrediyoruz halimize... Dualarımız tüm hasta çocuklarımız ve onların aileleriyle... Sizlerde şükredin halinize, kötü de bile vardır bir hayır. 

            Şükür çok şükür.