30 Ağustos 2014 Cumartesi

DÖRT AYAK ÜZERİNE

Dünyaya gelişim, her canlının olduğu gibi, benim de kendi tercihim değildi. Ne zaman nerede doğduğuma dair elimde hiçbir kayıt olmadığı gibi, çok küçük yaşta yalnız yaşamaya alışmam gerektiğinden hafızamda da bu konuda yerleşik ve hatırlanır bir bilgi yok. 

Tüm bildiğim, kendime ufak bir AVM bahçesini mesken edinmiştim. Bu mekan tek katlı bir pasaj, içinde 8-10 esnafın çalıştırdığı dükkanlara ve bir bilindik marketin küçük şubesine ev sahipliği yapan bir yerdi. Market içinde küçük bir fırın çevre sakinlerine her sabah sıcak ekmek hizmeti verdiğinden ve ben de oranın müdavimi olduğumdan, her ekmek alanın gözlerinin içine can alıcı bakışlarımı fırlattığımda ve ilgilenmeyenlere sırnaşarak bacaklarına sürtündüğümde garanti bir çimdik taze ekmek koparıp bana ikram ederlerdi. O günlerden gelen bir taze ekmek düşkünlüğüm var. Ama ne yazık ki çok uzun süredir, ne fırından taze çıkmış ekmek sunuldu önüme, ne de kokusunu duydum. 

Asıl hikayemin bu AVM ile veya benim taze ekmek hasretimle ilgisi yok elbette. Sadece birgün bu AVM bahçesinde, yine kendimi sevdirmek için paçalarına sürtündüğüm bir ablanın, beni yakalaması ve bir kafese tıkıp aynı AVM'deki veterinere götürmesi, veteriner ablanın acımasızca bana iğneler batırıp, vücuduma acı hissettirmesi haricinde, bir daha bu mekana hiç uğramadığımı belirtmem yeterli. Beni kafesten çıkarın diye bir patimi kafesin dışına uzatmam, acı acı miyavlamam, umurlarında olmadı. Dünyaya gelmeyi ben tercih etmemiştim ama nasıl yaşayacağıma kendim karar verebileceğimi sanmıştım. O kafesin içinden, korkum giderek artarken, " bırakın beni ne olursunuz, ben hamileyim!" demem bile sonucu değiştirmedi. Beni, bahçeli bir evin içine girdiğimizde kafesten çıkardılar. İlk hedefim kaçmak oldu. Ama nafile o güzelim bahçeye çıkışların hepsi kapalıydı. Kapılar ve pencereler sımsıkı örtülmüştü. Zaten kış mevsimindeydik, daha yeni yıla gireli 3-4 gün olmuştu. O kadar güzel yeşil gözlerim olmasaydı ve anlamlı bakmasaydım, bir de herkese sevgi delisi olarak yaklaşıp, sürtünüp kendimi sevdirmeseydim, bütün bunlar başıma gelmezdi... Kaderime boyun eğip, korkudan bir kenara sindim ve orada endişe içinde oturup beklemey başladım. Özgürlüğüm elimden alınmış ve başıma geleceklerdn bir haber, yanıma yaklaşmamalarını dileyerek ve içimden bildiğim bütün duaları ederek ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Beni buraya alıp getiren ablanın çocuğu olduğunu öğrendiğim ufak insan yavrusu yanıma yaklaşmaya başlayınca topukları yağladım. Önce bir kuytu köşeye saklandım, sonra dolap tepesine sıçradım. Nereye kaçarsam kaçayım beni buluyor ve yakalamaya çalışıyordu. Karnımdaki yavrularla çok hızlı hareket edecek gücüm kalmadığında pes ettim ve artık başıma ne gelecekse gelsin diye kendimi bu ufaklığın ellerine bıraktım. Hayat tecrübem çok fazla olmasa bile birkaç kez AVM içinde kuyruk ve kulak kesen ufak insan yavrularının varlığına ait hikaye anlatanlara kulak misafiri olmuştum. İşte şimdi benim de başıma gelecekler belli olmuştu. Yaşamı seçmediğim gibi başıma gelecekleri de ben belirleyemeyecektim. Üzerime doğru yürüyen bu ufaklık, yüzünde haşin bir gülümseme taşıyor, abla da diğer taraftan çocuğa yardımcı olmak için kaçış yollarını kesiyordu. Ufacık bir koridorda ikisinin arasında direnişe son verip yere iyice yapıştım. Kalbim küt küt atarken çocuğun sıcak elleri karnımın iki yanından bana dolandı ve beni havaya kaldırdı. Sorarım size, kuş gibi uçmak için kanatlarınızın olması şart mı? Değilmiş, ben o an anladım. Çocuk beni havaya kaldırıp hava da bir salto attırdığında yere düşerken heyecandan kalbim duracak sandım. Neyse ki benim 4 ayak üstüne düşme becerim olduğunu hatırlamam pek fazla zamanımı almadı. Vınnn... Kaçış o kaçış. Evin ikinci katından birinci katına öyle hızlı indim ve kendimi öyle çabuk sakladım ki, görünmez olmayı başardığımı düşünmeye başlamıştım. Susadım ve doğrusunu söylemek gerekirse sakinleştikçe acıktığımı da hissettim. Çocuk ve ablanın ayaklarını görebildiğim kadarıyla beni arıyorlardı. İkisi de 'Muffiiiin, pisi pisi, gel pisi, gel, Muffin' diye sesleniyorlardı. Muffin'in bir çeşit kağıtlı kek olduğunu markette öğrenmiştim. Biraz pofuduk, lezzetli ve çok sevilen bir kek türü. Ama muffinin seslenince gelen bir kek olduğunu bilmiyordum. Aradaki pisi pisi deyişini daha önce duymuştum. Bu kedilere verilen genel bir isim. Ama muffin ve pisi kelimeleri birarada tekrarlandığı için kafam karışmıştı. Demek ki yanlış bildiğim doğrular varmış benim de... Neyse beni çok fazla ilgilendirmiyor bunlar, benim peşimi bırakmış olmalarına seviniyorum, gerisini muffin düşünsün, bu kadarı bana yeter!

Günler geçtikçe daha itinayla kucaklanır oldum, her ne kadar kucak sevmesem de ilk hareketi yapıp pati atmadan önce hep bir miyav uyarısı veriyordum. Bu evin en fazla ilgi göreni ben miyim, yoksa muffin denilen kek mi bir türlü anlamadım. Gözümün içine baka baka bana Muffin demelerini hiç anlayamadan etrafta, kek falan görmeden geçen bir haftadan sonra, beynimde bir aydınlanma yaşadım. O 'kek' bendim! Ama ben kendimi kedi sanıyordum. Bu sorumun cevabını almak için defalarca kez evden kaçmayı denedim. Yan komşunun kedisine sorabilirsem belki o bana anlatırdı durumu. Ama nafile çabalar. Beni asla dışarı bırakmadılar ve içeride hapsettiler. Kendileri de açıklama yapmadılar. Sadece Muffin dediklerinde yüzlerine bakmaya veya yanlarına gitmeye başlamıştım ve bunun karşılığında sevgi, ilgi ve mama alıyordum. Ama ne ilgi, kakamı yapmam için bana özel bir kapaklı tuvalet, içine beyaz kum koymuşlardı ve ben işimi bitirince hiç bana kızmadan gidip kumu temizliyorlardı. Bu hayatı ben seçmedim ama bundan şikayet edecek bir taraf da bulamadım. Karnımdaki bebeklerim büyümeye başladığında, abla, yani aslında beni sahiplenip evini bana yuva olarak açan ve benim için hiçbir fedakarlıktan kaçmayan kişi, kilo aldığım düşüncesiyle mama kabıma az mama koymayı düşündü. Ama ben zaten çok fazla mama yemediğim için aklından 'bu işte, bir iş olmalı' diye geçirdi. Ve haklı çıktı. Tam 7 yavru dünyaya getirdim. Hepsi birbirinden fırlama ve akıllı 7 minik 'kek'cik. Bir tanesi simsiyah, diğeri sapsarı, biri sarı-beyaz-siyah lekelere sahip, ikisi bana çok benziyor kaplan desenli, diğeri siyah beyaz çizgili, bir tanesi kahverengi ama hepsi lacivert renk gözlü, 3 dişi 4 erkek miniklerim. Abla evin bir odasını bize tahsis etti. Ben minikleri emzirip dinlenmeye çekiliyordum. Uyanık oldukları her vakit yanımızda abla ve çocuğu bizimle oynuyordu. Ben en çok, çocuk ve arkadaşları yavrularımı severken endişe içinde kalsam da, abla etraftaysa rahatlıyordum. Bir defasında abla yokken çocukların geldiğini görünce, koşa koşa yavrularımı koruma dürtüsüyle, onların olduğu sepetin içine girip üstlerine oturmuştum. Zavallıları,ezerek, kendim öldüreceğimi hiç farketmedim. Neyse ki abla çocukları görüp arkalarından odaya geldi ve beni öyle görünce hemen müdahale etti de kurtardı miniklerimi. Bana Muffin dedikleri gibi yavrularıma da çeşitli isimlerle hitap ediyorlardı. Çocuk sahibim en çok kara oğlumu sevdi. Elinden hiç düşürmediği bu yavruma 'Marmadük' adını verdi. Marmadük diğer kardeşelrine göre daha yavaş öğrenip, daha hareketsiz durduğu için aslında evin çocuğunun onunla ilgilenmesinden memnundu. Çünki bu sayede havalara uçuyor, diğer yavruların sahip olmadığı ilgi ve alakayı görüyor ve özel hediyelere sadece Marmadük ulaşabiliyordu. Yavrularım büyüdüğünde birer birer yeni evlerine uğurlandılar. Her defasında arkalarından, neredeler diye evde aranıyordum. Çünki abla bana farkettirmeden, birer birer, her birini bulduğu ailelere veriyor, sonra benimle sohbet edip beni seviyordu. Yaşamımı hiçbir yönüyle ben idare edemediğim için ne söylesem bir etkisi olmayacağından artık sessizce boyun eğmeye başlamıştım. Birgün sadece Marmadük kaldı. Diğer altı yavrum gitmişti. Marmadük ise bir prens muamelesi gören evin şımarık bebeği oldu. Abla beni, çocuğu oğlumu çok sevdiler. O ilk AVM bahçesinden alınıp eve getirildiğim günü düşündükçe sevinirim. Yavrularımı doğurduğumda bahçe karlarla kaplıydı. Sokak kedisi olarak doğum yapmış olsaydım, ne ben kendimi doyurabilirdim, ne de yavrularıma bakabilirdim. Belki de doğdukları gece daha oracıkta soğuktan donarak ölebilirlerdi, kimbilir? 

Bahar geldiğinde, oğlum Marmadük ile yavaş yavaş bahçede dolaşmaya başladık. Ben çok uzaklara gidip, bütün gün dolaşıyordum ama Marmadük bahçeden ayrılmasın diye sıkı sıkı tembih ediyordum. Ben eve dönerken ona, kuş yavrusu, kertenkele, yılan, fare yavrusu, kurbağa ve çekirge getirmeyi ihmal etmiyordum. Dedim ya, Marmadük çok hareketli olmadığından ve evin çocuğu da onu dışarıya bırakmaya razı gelmediğinden, evde kalmaktan hiç rahatsız olmuyordu. Ben ne zaman bir kertenkele yakalasam evin içinde peşinden koşuyorduk. Onun da avlanmayı öğrenmesi için önüne bırakıp ne yapacağını izliyordum. Fakat bazı günler evde komik bir şekilde abla ve oğlu da bizimle beraber kertenkelenin, çekirgenin, kurbağanın peşinden koşturuyorlardı. Hem de çığlık çığlığa... Kah gülerek kah bağırarak... Yılan ve fare yavrusu denemelerim bahçeye kadar getirmekle sınırlı kaldı. Çünki büyük oldukları için, ağzımda bu hayvanlarla eve girerken gören abla hep kapıyı, pencereyi yüzüme kapatıyordu. Yüzünde de dehşet bir görüntü oluşuyordu. Sonuçta Marmadük bir avcı olmadı. Ne yazık ki oğlum bahçelerde koşturup oynasa da yemek yemeye hep eve geldik, yemeğimizi yedik ve tekrar dolaşmaya çıktık. Marmadük en fazla evdeki böcek ve sinekleri yakaladı. Hala da avcı ruhu yok. Sadece kendisine birkaç arkadaş edinip, onları eve davet ediyor ve mamamızdan ikram ediyordu. Önce abla ve çocuğu Marmadük'ün arkadaşlarını eve almıyor bahçede besleyip oynamasına izin veriyorlardı, bir süre sonra onlar da eve girip çıkmaya başladılar. Marmadük, artık istediği arkadaşını davet ediyor, evde oyun oynuyorlardı, ancak ben, annesi olarak, engel olmaya çalışıyordum. Sonuçta abla ve çocuğunun bize yaptıkları iyiliği suistimal etmemeliydik. 

Marmadük ve ben birgün karga tulumba birer kafese konulup başka bir eve götürüldük. Bahçesiz bir apartman dairesi. Burası normalden daha ufak bir evdi. Bizim alıştığımız geniş ev ve bahçe yoktu. Burada abla ve oğlu da yoktu. Biz bahçeli evimizde yaşarken hissediyordum ancak ablaya bir türlü ifade edememiştim çocuğunun hasta olduğunu. Benim altıncı hislerim çok güçlü, hem ben hastalıkları tespit edebiliyorum, ama insan dili bilmediğimden anlatamıyorum. Zaten o dönem abla da çok yorgun ve moral olarak zor bir süreç yaşıyordu. Hayatında pek çok değişim yaşıyor ve hiçbir şeyi farketmediği gibi yaşamındaki gelişmelerden de mutsuz olmuş, isyankardı. Başına gelenlerin yaşanması gerekenler olduğunu kabul etmediği gibi, içinde kaybolduğu sarmalden silkelenip kurtulamıyordu. Tek duası bir an önce bir olay olması ve yaşadıklarının hepsini ona unutturmasıydı. İşte çocuğunun hasta olduğunu öğrendiğinde bu dileğinin gerçek olduğunu anladı. Son pişmanlık fayda etmez misali bir daha dua ederken bile olumlu düşünmeye başladı. Biz başka bir evde, abla ve oğlu hastanede çok uzun zaman birbirimizden ayrı kaldık. Marmadük yeni evimizde de uslu durmadı. Hatta kendini yemeğe verdi. Dışarı çıkamadığımız gibi, alan o kadar küçüktü ki oyun oynamaya, kudurmaya bile yer yoktu. Biz yine de evde kimse yokken tüm boğuşmalarımızı yaptık. Hareket etmek zorundayız ve zaman geçirmenin başka yolu yoktu. 

Marmadük artık burası yeni evimiz diye düşünüyordu ama ben birgün yeniden abla ve çocuğuyla yaşayacağımızı hissediyordum. Birgün ikisi de bu eve çıkageldiler ve bizi öyle mutlu ettiler ki... O zaman öğrendik çocuğun babasının evinde olduğumuzu ve burada geçici bir süre kalıp eve geri döneceğimizi. Elbette bu bize moral oldu. Çocuğun bizi yüzünde bir maske ile seviyor olması, ellerini sürekli yıkaması durumun ciddiyetini gözler önüne seriyordu. Marmadük ve ben o günden sonra bekleyişimizi hiç soru işareti yaşamadan sürdürdük. Burada geçici bir süre ile bulunuyorduk ve çocuk iyileşir iyileşmez, bizimle yaşamasına izin verilir verilmez yine beraber olacaktık. Sevincimizden koltukların tepesinden kaç kez atladık, kaç kere birbirimizin tepesine zıplayıp altalta üstüste tepindik hatırlamıyorum. Bu evde bize çocuklarına bakar gibi ilgi ve sevgi gösterdiler. Evin misafiri değil sahibi gibiydik. Kedielerden nefret eden baba çocuğu için bize katlandı, hatta zaman içinde bize alıştı, ayrılırken üzüldü bile. Evdeki abla ise tam bir kedi severdi. Hem çocuğu, hem de bizi çok seviyor olmasaydı bugünler nasıl geçerdi? Biz de bu ablayı çok sevdik. Baba ve bu abla bizi çocuğun yeni evine bırakıp gittiklerinde arkalarından biraz hüzünlü baktık, ama yeni evin sağını solunu gezdikçe, yavaş yavaş alıştık. Burada tanıdığımız eşyalar olduğu gibi daha geniş bir alan var. Hem bahçeye çıkamasak bile balkonda uzun uzun vakit geçirebiliyoruz. Açık havayla bağlantı kurmak bile güzel. Zaman herşeyin ilacı der ya insanlar, aynen öyleymiş. 

Bir zamanlar, beni yakalayıp kafese tıktıklarında, bir eve hapsedip, dışarı çıkarmadıkları ve kaçamadığımda isyan edip, lanet ettiğim şeylerin, şimdi düşününce ne kadar büyük bir lütuf olduğunu anladım. Hamile olarak sokaktan alınmam, eve getirilmem, en güzel mamalarla beslenmem, Muffin adıyla adlandırılıp, bir kek gibi beğeniyle ve iştahla sevilmem... Hayatımı ben yönlendirip yönetemedim, hepsi kendiliğinden olup biten birer tesadüftü, ya da benim istediğim ve bilinçsizce düşündüğüm şeylerdi, ya da dualarım ve isteklerimdi, hiç farketmez...  Hayata gelmeyi tercih edemedimse de, yaşadıklarım için her zaman şükretmeyi öğrendim. 




16 Ağustos 2014 Cumartesi

HAYALDEN GERÇEĞE BRUJ'A

Önüm, arkam, sağım, solum; bebek! Boeing 737 tam kapasite dolu. Sabiha Gökçen Havaalanından Brüksel'e gitmek üzere çoğunluğunu gurbetçi Türklerin doldurduğu uçaktayım. Bu kadar fazla Bebekli yolcunun varlığını, geçtiğimiz bayram tatiline yorumluyorum. Memleket ve akraba ziyaretleri sona ermiş, dönüş başlamış olmalı. 

İki gün önce aldım uçak biletimi...Yaklaşık 10 aydır süren hastane maceramızın, 1 yıldan biraz daha fazla sürecek olan kontrol ve korunma bölümü için, aradabir uğradığımız durağı hastane bahçesinde... Hastaneye ilk yattığımız dönemde biri bana birgün burada seyahat planı yapacaksın dese, o kişiye küfretmekle kalmaz, alnına kurşunu sıkıp vururdum herhalde. Öylesine uzak görünüyordu ki bugünler, hatta dürüst olmak gerekirse, görüş sıfırdı. Şimdi 2 gün önce hastanede satın aldığım uçak biletiyle yola çıkmış gidiyorum. 

Aslında Brüj diye bir yerin varlığıyla tanışmam hastane odasında oldu. Hani sosyal medya dışında fazla bir sosyal ortamım kalmadığı o renksiz, yürek hoplatan, sıkıntılı günlerde. Beni ve oğlumu hayattan koparmayan tek şey, sosyal medya sayesinde etrafımızda olan insanlardı. Bildiğimiz tekşey birilerinin bizi  ve haberlerimizi takip ettiğiydi. Bu yüzden asla vazgeçmedik, önümüze çıkan zorluklara yılmadan cevap verdik. Yine aynı kanal yardımıyla yeni hayaller kurduk. Benim Brüj'e gidip fotoğraf çekme hayalim de küçük, havasız, kasvetli turuncu koridorlu hastane odasında başladı, birgün aniden...

Uçakta sol tarafımdaki 3 koltuk 4 kişilik bir aile tarafından doldurulmuş durumda. 7-8 aylık tombiş bir kız bebek ve 3-4 yaşlarında bir erkek çocukları var. Kız gerçek bir pofuduk bebek. Eline ne geçirirse ağzına götürüyor. Şu ana kadar yedikleri arasında bir gazete, bir magazin dergisi, bir de uçağa ait emniyet talimat kartı var. Eline verilen oyuncak ise ağızdan yere, yerden ağıza... Baba ve annenin yerden alma sürecinde ayakları altından geçmesini de eklersek, bebeğin bağışıklık sistemi hayli gelişmiş olmalı... Ufaklığın abisi ise tam bir sessiz gemi. Var mı, yok mu belli değil. Kız uçağın havalanması ile ağlamaya başladı bile. 3 saatlik yolculuğun ilk şenliği başlamış bulunuyor. Yanımda 2,5 yaşında bir kız çocuğu ve annesi oturuyor. Yaşı nedeniyle kıza koltuk satın almalarına rağmen, çocuğun annesinin kucağından inmemekte direnmesiyle aramızdaki koltuk boş. Annenin kalkış esnasında bebek emniyet kemeri istemesine rağmen, bu istek geri çevrildi ve ikisi aynı kemere bağlı olarak seyahate başladılar. Arka koltukta ise bu ailenin devamı, baba oğul oturuyor. Öndeki ve diğer koltuklardaki çocukları şimdilik ben rafa kaldırıyorum çünki belli ki bu ikisi benim yolculuğumun yeterince renkli geçmesine hizmet edecekler. 

Herkesin yaşadığı bir hayat ve bir de kurduğu hayaller vardır. Her kim yüksek tolerans sahibiyse yaşadığı hayatta mutlu olur... Hayallerinin peşinden koşmak ve gerçekleştirilebileceklerini ertelememek insanın kendisine vereceği en büyük hediye bence. İşte böyle başladı benim fotoğraf makinamla maceram. 

Küçük yaşlarda edindim fotoğraf çekme merakımı. Benimkisi baba mesleğinin devamı... Fotoğrafa meraklı babam, evde bir karanlık oda hazırlamış, askerlik mesaisinden geri kalan zamanlarında çektiği fotoğrafları burada tab eder ve bana da öğretirdi. Emekli olduktan sonra açtığı fotoğrafçı dükkanında çok zaman geçirirdim. Beraber tab ettiğimiz fotoğraflar, ben 7-8 yaşlarındayken, siyah beyaz fotoğrafçılık ile başlar. Renkli fotoğrafçılık başladığında, ilk renkli fotoğraf tabını yine karanlık odada beraber yapmıştık. İlk defa orada öğrenmiştim mavinin negatifinin turuncu, kırmızının yeşil olduğunu... Dijital fotoğrafçılık henüz gündemde değil. O yıllar fotoğrafçılık henüz bir 'sanat'. Pastel boyalarla renklendirdiği pek çok siyah beyaz fotoğraf olmuştur babamın. Ya da ayrı ayrı iki vesikalıktaki, hayattan göçmüş bir dede ile zevcesinin fotoğraflarını aynı karede birleştirip, onları biraz renklendirerek, büyük boy tab edip, çerçeveleyip, çocuklarının evlerindeki duvarlara asılmak üzere uğurlamıştır çok zaman... 'Foto Karagöz', yıllarca yaşadığımız şehrin çok tutulan bir fotoğrafçısı oldu. Ta ki, bir kiosk makinası ile otomatik fotoğraf baskısı yapıldığını görüp dükkana geldiğinde 'bu iş sanat olmaktan çıktı, zanaat oldu, artık ben bırakıyorum' dediği güne kadar. Dükkanda ne var ne yok, hepsini dağıttı babam. Biz çocuklarına da birer fotoğraf makinası düştü o zamanların en çok bilinen markalarından, ben iki abimden sonra gelen yaşça evin küçük çocuğu olduğum için yine en basit en küçük olan makinaya sahip olmuştum. Zaten fotoğrafçı çocuğu olduğumuzdan heryerde elimizde bir fotoğraf makinesiyle gezerdik, okulda, piknikte, gezide, sürekli fotoğraf çekerdik. Sebebi bu mudur bilmem, bir yanım hep fotoğraf yatar, fotoğraf kalkar benim...

Yıllarca hep bir profesyonel fotoğraf makinası hayali kurdum durdum. Durma nedenimi hiç itiraf etmesem de sanırım çekmek istediğim fotoğraflar için yeterli vakit ayıramayacağımı düşünmüş olmamdı.   Zaman ayırmadığımız sürece o beklenen zamanın gelmeyeceğine ayıldığımda takvimler tam bir yıl öncesini, hastaneyle tanışmadan 3 ay öncesini gösterir. Kısmetini bekleyen güzeller güzeli kameramı gidip satın aldığım ve kutusundan çıkardığım gün bir hayalin gerçekleşmesinin insan ömrüne birkaç yıl daha kattığını hissettim. Bir hayali canlı yaşamak! 

İlk iş fotoğraf makinamı alıp tatile gitmek oldu. Kullanım klavuzundan kameramı tanımak, ilk çekimleri yapmak... Hani derler ya, "çocuklar gibi şendim", tarifi aynen böyle birşeydi. Hergün sabahtan akşama kadar klavuzdan makinamı öğreniyor, akşam üzeri ise gün batımı fotoları çekmek için deniz kıyısına koşuyordum. Bu kadar tefarruatlı bir kamerayla çekim yapmayı klavuzdan öğrenmiş fotoğrafçıyım ben. İlk çektiğim pozlar pek tabiiki günümüzün modası, ayak özçekimleri oldu. Ağaçlar, çiçekler, kediler de devamında eşlik etti. Etrafımdaki herşey benim için model olmuştu, ancak beraberliğimiz fazla uzun süremeden oğlumun hastalığı ile tanışıp makinamla bir süreliğine ayrı kaldık. Hastane benim için fotoğrafçılığı takibe başladığım, birçok fotoğraf meraklısıyla sosyal medya üzerinden tanıştığım süreçtir. 

Uçakta ufak bir senfoni orkestrası hiç susmadan konsere devam ediyor. Bir tanesinin 'fa minör' bastığı yerde diğerinin 'sol major' devam etmesi olmasa, biri susup diğeri başlasa, belki biraz daha dinlenebilir bir cümbüş olacak ama bu ufaklıklar birbirini tetikliyor. Arada anne babaların susturmak için çıkardıkları gürültüler de eklenince... Kokulardan bahsetmeyi aklıma bile getirmiyorum. Hepsinin altlarında birer pamuklu minder olduğunu hatırlatmak, çok yersiz ve hatta biraz mide bulandırıcı gelebilir. Hadi ama buruşturmayın yüzünüzü, hepimiz geçtik bu yollardan, önce büyürken, sonra, eğer varsa,çocuklarımızı büyütürken... Neyse ki sağımdaki çocuk uyudu, saçları koluma sürtünecek şekilde ayakları annesinin kucağında yatıyor, uyanmasın diye kolumu sabit tutmaya özen gösteriyorum. Sol arka çarprazımda oturan bir 'kütük' var ki, bahsetmeden geçemeyeceğim. Ağzını sonuna kadar ayırarak esnerken yüksek sesle böğürmesi ve ardından 'la la la' şeklinde koraya eşlik etmesi, çocukları kıskanmasından mı yoksa ilgisiz büyütülmüş olmasından mı bilemedim. 

Bir fotoğrafçılık sitesinde gezinirken, ışığın su kenarına sıralanmış küçük evlere yansımasımasının yarattığı güzelliğe vuruldum. Mekan aynı olmasına rağmen her fotoğrafçının objektifinden farklı bir çizim vardı. Fotoğrafların Brüj'da çekildiğini öğrendiğim zaman başladı aynı mekanı kendi kameramla yorumlama hayalim. Dedim ya hastane bahçesinde 2 gün önce son kararı verilmiş bir seyahat, tahmin edildiği gibi hızlı çekim olacak, iyi bir zaman yönetimiyle 3 gün 3 gece 3 şehir fotoğrafı çekip gelmek hayalindeyim. Sinderella masalı gibi herşey 3 günün bitiminde eski haline dönüşecek. Arada 3 gece ise bir hayale yaşam bulduracak. 

Yanımdaki kız çocuğu şimdi uyandı. Uyanır uyanmaz annesinin hışmına uğradı. Çocuğuna sarılıp okşayıp güleryüzlü bir sevecenlikle karşılamasını beklerken, kendi duygularını tanımayan zavallı anne çocuğunu sarsmaya başlayınca kız avazı çıktığı kadar bağırmaya, anne daha çok kızmaya ve kıza vurmaya başladı. Kimin çocuğu olarak doğacağımız elimizde değil ne yazık ki... Annesinin kızı olarak bu çocukta yeni nesiller yetiştirecek günü geldiğinde...

Brüksel havaalanına iniş için alçalıyoruz anonsu yapıldı. Bu seyahat diğerlerinden çok farklı benim için. Yüksek topuklu ayakkabılarımdan hiçbiri benimle gelmediği gibi, bir valizim de yok, ufacık bir sırt çantası ve fotoğraf makinam ile çıktım yola. Bedenim ve aklım birkaç bin mil havada şu an. Bu gece ilk masal şehir Ghent ile başlıyorum kendi gerçek masalımı yaşamaya. Kafamda eğlenceli sorular, bakalım 'yarın akşam Brüj bana da diğer fotoğraf meraklılarına verdiği aynı seksi pozu verecek mi, benim fotoğraf makinamla da aşk yaşayabilecek mi? Bu kadar çocuk gürültüsüne değer mi?'... Heyecanım keyfime keyif katıyorken, herşeye değer bence. Hatta şu sol çarprazımdaki 'kütük' bile eğlenceli geliyor bana. 

Ben hayalimin yaşam bulmasına ve objektifimden ölümsüzleşmesine doğru çıktım yola, herşey yaşama dört elle sarılmaya ve yaşamaya değer. Hayal et, planla, gerçekleştir ve hatıralarına kat yeter ki...

Finali yanımda oturması gereken ama oturmamak için çapulculuk yapan Rümeysa (adını o kadar çok tekrarladı ki annesi ) ve annesinin biber gazı ve toma bulamaması nedeniyle ellerini kullanarak kızın suratına indirdiği sağ sol kroşeler ve sözlü hakaretlerle yaptık. Çapulcu Rümeysa direnişinden asla vazgeçmedi, tüm yolcuların dikkatini üzerine çekmeyi başarırken ben kesinlikle olaylara karışmamayı tercih ederek penguen belgeseli izler bir edayla çevreme bakmaya devam ettim. En sonunda Rümeysa anne kucağına geçip, hem de kemersiz olarak inişi gerçekleştirerek, mücadelesinde zaferi kazandı.

Uçaktan inme zamanı, Brüksel'deyim. 

12 Ağustos 2014 Salı

Sessiz Ümit

Hani derler ya,'yemedim, içmedim, her işi bıraktım oturdum', ben de dün akşam böyle bir havayla, bir "turuncu koridor" yazısı yazdım. Bu kez içeriği fazlasıyla yürekleri dağlayacak, pek çoğunuzu sarsacak, bazılarınızı ağlatacak ve çoğunluğunuzun okumadan geçeceği bir yazı olmuştu. Bilerek, isteyerek, içimden gelerek, özellikle  böyle seçmiştim konuyu.

Buram buram duygu yüklü, havası ağır, bir hastane gerçeği ve size tanıştıracağım bir delikanlı vardı satırlarımda. Hayalleriyle, umutlarıyla, yaşadıkları ve yaşayamadıklarıyla, turuncu koridorun 17 numaralı 'korku' odasından, bir sabah telaşla alınıp yoğun bakım servisine götürülen ve bir daha kendisinden haber alınamayan... Aslında haber alınamayan demek çok yanlış oldu, haber aldık elbette; tüm 17 numaralı odadan telaşlı koşuşturmalarla aniden ayrılan ve yoğun bakım servisine kaldırılan ve orada tedavisini tamamlayıp "iyileştiğini", bir daha hastaneye geri dönmesine gerek kalmadığını öğrendiğimiz diğer çocuklarımız gibi, hastaneden 'taburcu' olmuştu 18 yaşındaki Ümit de, koridordaki adıyla 'Ümit Abi".  

İstemedi sanırım hikayesini sizlerle paylaşmamı, hep sessizdi zaten Ümit, sanırım bozulmasın istedi sessizliği, bilmiyorum ki? Yazıma son noktayı koymuş tam 'paylaş' tuşuna basacaktım, ama yanlışlıkla 'sil' tuşuna bastım. Öylece kayboldu ortadan, siliniverdi, uçtu gitti sayfalar dolusu yazdıklarım, hem de bir saniyede... İçimdeki bir çığlık, yüzümdeki keder ve ne yapacağımı bilememezlikle, ellerim bomboş kalakaldım, nafile... 

Dün Ümit sessizliğini bozmamı istemedi madem, bugün geride kalan hayranlarını yasa boğan Robin Williams'ın anısına bu yazımı paylaşayım istedim. Uzun bir hayat ve güzel anılar bırakıp gittin, adını her zaman anacağız Robin. 

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Sansasyonel

Sevmek sahip olmak değildir, sevmek değer vermektir! Hatta sevmek özgür bırakabilmektir.

Ben söylemedim, bu ve benzeri sözler çok söylenmiş, çok fazla var. Bu sabah Osho'dan bir paylaşım okudum, "bir çiçeği seviyorsan bırak yaşasın" diyordu. Sevdiğim çiçeği dalından koparıp bir vazoya koymak varken bırakayım yaşaşın, nasıl bir mantıktır? (İnsan yaradılışı, her konuşana, her söze, önce bir posta koyup, itiraz etmeden düşünmek olur mu?)

Ey Osho, benim güzel bir çiçeği görünce ilk aklımdan geçen, onu o daldan koparıp sahip olmaktır. Güzelse benim olsun. Çiçek koparmak karşı konulamaz bir dürtüdür, vazgeçemediğim... Yaşadıkça, yaş ilerledikçe, çiçekleri tanıdıkça anlıyorum, aslında onlar çekiciliklerini, cazibelerini kaybetmeseler de benim onları koparma isteğim azalıyor ama yine de bu dürtü benimle yaşamaya devam ediyor. 

Biliyorum ki güller tehlikeli çiçeklerdir, dikkatsizce dalına yapışırsam canımı yakar. Eğer gerekli ekipmanım varsa, eldiven ve makas gibi, acımasızca bir tanesini koparmayı hiç ihmal etmem. Gül dalında güzeldir yanlış bir öğretiymiş, aslında gül ne kadar çok budanırsa o kadar fazla çiçek verir, mazoşist!

Bazı çiçekler de gizemlidir, gelincik örneğin, dalından kolayca kopar ama bıraktığı beyaz sıvı ellerime bulaşıp önce yapışkanlık hissi verip, ardından elimdeki sıvı kahverengine döner, ya, of o ne berbat bir histir! Yıkasam bile ne yapış yapışlığı geçer ne de rengi çıkar, bu nedenle bırakırım dalında kalsın, sadist!

Tanımadığım daha önce hiç karşılaşmadığım öyle çok çiçek var ki hala. Bu nedenle değişik ve güzel bir çiçeğin cazibesine kapılmaya devam ediyorum. Kim etmez ki? Elimde olmadan yaklaşıp inceliyorum. Koklamadan önce mutlaka taç yapraklarının arasında arı veya böcek var mı diye kontrol etmeyi asla ihmal etmiyorum. (Tecrübe edilmiş bilgi, başınıza gelebilecek büyük acılardan birini yaşamamak için sizin de aklınızın bir köşesinde bulunsun, her çiçek güzel kokmama ihtimali taşıdığı gibi, güzel kokan çiçeklerin saklanmış gizli koklayanları var olabilir. Burnumu sokmadan iki defa düşünmek ve temkinli olmam da fayda var.)

Ne olursa olsun, ne kadar öğrenmiş, ne kadar tanımış olursam olayım ben bir çiçek görünce, hele ki daha önce görmediğim güzellikte ve ilginç bir çiçekse onu koparmak isteğiyle, şöyle dalına elimi uzatıveririm. Bazısı hiç karşı koymaz, gelincik gibi, ama sonradan pişman eder beni, kimisi önce canımı acıtır, gül gibi ama sonra koklamaya, izlemeye doyamam mutlu eder beni. Kimisi sürpriz yapıp boynunu büker, koparır koparmaz soluverir,örneğin hercai menekşe, üzülürüm, oracığa, dallarının altına bırakır ayrılırım yanından. Yazık olur ona da bana da...

Bazı çiçeklerin dalı öyle kalındır ki, narin incecik kırılgan görünür, şöyle hafifçe tutup, çıt diye koparabileceğimi hissederken, birden bir mücadele başlar aramızda, parmaklarımı adeta bir sicim kesmeye başlar, o dal incinmiş, kırılmış, çiçek yere doğru sarkmaktadır, bıraksam az sonra solacak, bırakmasam inatla kopmamaya kararlı, bir karşılıklı inat sorma gitsin! Hele ki o çiçeği etrafta kimse görmeden koparıverip kaçayım dediğim bir bahçedeysem, utanırım, kızarırım, kalp atışım hızlanır, soğuk terler dökmeye başlarım. Kimseler beni suçlamasın baskısı bir yandan, içten içe yaşadığım pişmanlık bir taraftan, başladığın işi yarım bırakmak istememek diğer taraftan, çiçeği incittiğime üzülüp bari biraz da su da yaşatayım isteği öte yandan... Güzelliğine aldandığım çiçek kopmaz, ben bırakamam, iki elle mücadeleye devam edip artık inceldiği yerden kopsun deyip son bir çaba asılır o güzelim taç yapraklarının elimde kalışını seyrederim. 

Elimde kalan taç yaprakları ben ne yapacağım? Onları da yere savurur, oradan, büyük bir hayal kırıklığıyla uzaklaşırım. Çiçeğe verdiğim zarara üzülmek, yenilginin ağırlığını hissetmekle geçer birkaç dakikam. Sonra yavaş yavaş öfkelenirim. Önce çiçeğe! Çok güzeldi hayal ettiğim vazoya çok yakışacaktı oysa benim hayallerimin yıkılmasına sebep oldu diye ilk veryansından sonra sorular başlar; nasıl bu kadar zarif, narin görünüp aldatıcı olabildi diye, parmaklarım hala sızlamaktadır o sırada... Sonra kendime kızmaya başlarım, ben nerede yanlış yaptım, çiçeği koparmak için bir alt dalın kenarından kırsaydım acaba kopar gelir benim olur muydu? Yanındaki dalda duran biraz daha yaşlıca olanı koparmayı deneseydim, belki dalı daha ince olurdu, bu kadar da uğraştırmaz, yormaz, üzmezdi beni diye... En sonunda mantıklı düşünme başlar; keşke hiç dokunmasaydım, bir süre gözlerimle izleyip oradan uzaklaşsaydım ve yarın yine onu orada görebilseydim demek aklıma geliverir. 

Ertesi gün oradan geçerken o koparmaya çalıştığım zedelenmiş dal ile karşılaşınca yüreğim daha çok burkulur,elimde yine bir sızı hissederim, ister istemez gözlerim oraya kayar, çiçek yoktur, dalın ucu ise boş, parçalanmış, kuru... Bir sonraki gün unutmak isterim, karşı kaldırımdan yürümeyi tercih ederim. Ama tam o bölgeden geçerken yeniden hatırlar, olanlar için hem çiçeğe hem kendime yeniden kızarım. 

Bununla da kalmaz bir süre çiçeklere düşman muamelesi yaparım. Çünki artık hepsi bana o sahip olamadığım çiçeği hatırlatmaktadır. Aradan biraz daha zaman geçince yavaş yavaş öfkem azalmış yeniden sevmeye başlamışımdır, ama bir farkla artık koparmak, sahip olmak, ömründen çalmak istemem hiçbir çiçeğin. Biraz daha zaman geçince unuturum bu yaşananları, daha doğrusu unutmam ama artık hatırladığım zaman o ilk zamanlardaki güçlü hisleri taşımıyor olduğumdan, gülümser geçerim. Sonra birgün bir çiçek daha çıkar karşıma, bu öyle al benisi yüksek bir çiçektir ki, gel beni kopar diye çağırır, koparmaya gitse de elim, ufacık bir hamle ile çiçeğin başka bir dalının gücünü denemiş olsam bile, vazgeçerim. Yeni bir üzüntü yaşamak istemiyorsam, çiçeği de üzmemem gerektiğini bilirim. Bırakırım yaşasın, ben onu görmeye geldiğimde mutluysa, yeni dallarda yeni çiçekler açmış beni bekliyordur zaten. 

Bir anlık hevesle, dalından kopardığım çiçek bana direnmese ve benimle gelebilse bu kez bir vazo içinde birkaç gün su da yaşayacaktı. Ama birkaç gün sonra ya benim hevesim bitecek ya da çiçek solup kötü kokular yaymaya başlayacaktı. Başlangıçta gözlerim parlamış, narince elime alıp incitmeden vazoya koymuş olduğum güzellikten ayrılırken yüzümü buruşturmuş, kokusunu duymamak için burnumu tıkamış ve bir çöpün içine duygusuzca fırlatıp atmış olacaktım.

Osho büyük ihtimal ile benim anlattıklarımdan daha farklı birşeyler anlatmaya çalışıyor. Sanırım Osho çiçeklerin dilinden, kaleminden yazmıştır, benim gibi sadece bencil ve tek yanlı değil. 
Olsun ben de bunları yazıverdim. Başka bir söz de der ki; "anlattıkların, karşındakinin anladığıyla sınırlıdır". Siz ne anladıysanız artık, buyrun...


3 Ağustos 2014 Pazar

Kasım Yazım

Bir güz masalı olsun bu, hani aylardan Kasım, mesela! Ama öyle erken zamanlarından değil, geçmiş, hani biraz sonu gibi...bitsin hatta, ben diyeyim 'yirmisi', sen de 'otuzu' , ama belki de 'yirmidokuzu'. Ne bir ileri, ne de bir geri, bitmeden önce veya bitermiş gibi...

Böyle birgün yaşanmış olmasın, ben diyeyim kurgu, sen de ki " gerçek" gibi. Ben uydurmuş olayım, sen ise kendini bulmuş, tam da ortasında. Bu öylesine bir deneme. Gün gelir yaşanır, sen yeterki dile, ya da gün geçmiş yaşanmıştır, bil diye, ben yazayım sen oku, bitir, sonra irdele...

Şöyle yükseklerde bir yerde olsun, bir ev. Duvarları olsun dört cephe, ama kapısı yok henüz. Elbet olur birgün bir sürgü kapı, ama öykü böyle, hem yarım, hem ham, hem tamam, hem tam. Sen varsın evin bahçesinde, bir de zeytin ağacı. Ben diyeyim 20 yıllık, sen de 15, farketmiyor; o hem yaşlı, hem genç... Ötelerde bir deniz, karşı kıyıda ışıklar, belki de yıldızlar. Benim için engin lacivert, senin için dingin cömert. Hadi bir iki gemi koyalım, kıyıya yakın, ışıkları yansısın bize, denizden yakamoz misali...

Aldanmaya hazır bir yürek olsun civarda; ben gönüllüyüm aslında! Bir de gönül avcısı, bu sen ol isterim, uygunsun nasıl olsa!  Veranda isterim evin hemen denize bakan tarafında. Gel, biraz da 'gecikmiş güz' yağmuru verelim ortama, şıkır şıkır...  

Sen tanıma beni, ben zaten hiç tanımıyorum seni. Ama var sayalım tanımışız, çok heyecanla beklemişiz bu geceyi. Kasım sonu, şöminesiz olmasın ev. Çıtır çıtır odunlar tutuşturmuş ol sen benim için. İçin için yansın, ne aşk olsun adı, ne de meşk. Ne sen hissetmiş ol benim küt küt çarpan kalbimi, ne de ben senin aklından geçenleri... 

Bahçede yağmurun şıkırtısı, evde şöminenin çıtırtısı, zeytin ağacı dalları altından denizin ışıltısı, bir de kalbimin çarpıntısı... Gel hayale bir de verandada çıplak ayak dolaşan ben ekleyelim. Saçlarım ıslansın, bir de çıplak ayaklarım hissetsin soğuk ıslak betonu. Hayal bu ya, ıslatmasın yağmur seni ve sarmış ol kollarınla beni, korurcasına, hani ikinci baharını yaşayacakmış, sanki geç bulmuş, tez kaybetmekten korkarmışçasına. Sen varmışsın ama hiç yokmuş ve olmamışçasına...

Denizin yakamozları bir de senin kokun çarpsın usulca bana, üzerime titre ya da şöminedeki alev titresin, seni gerçek sanayım da aslında ben yanılmış olayım.  Kırmızı şarap eşlik etsin zamana. Ortama biraz müzik; maestro! Sen bir enstrüman çalsan mesela, keman mı? Hayır hayır, üflemeli bir çalgı olsun. Nefesini katsan notalara ve kulaklarımdan benim ruhuma bir parça hayal yollasan. Hatta ben seni hiç görmesem o an. Bir merdiven boşluğunda çalsan ve yankılarla ben daha da çok yanılsam, kansam, gözlerim kapalı hiç olmayan sana...

Dedim ya işte; ben yazsam, sen okusan. Benimkisi deneme, seninkisi demlenme. Ne çıkar sonuçta hepsi hikaye. Ben diyeyim aylardan Kasım, sen de 'bu hikayedeki kahraman; şahsım'... Böyle başlamadı mı tüm yazanlar; şöyle demez mi hep romanlar; " birgün bir yerde, ben varım, hani nerede sen öbür yarım?"...