16 Ağustos 2014 Cumartesi

HAYALDEN GERÇEĞE BRUJ'A

Önüm, arkam, sağım, solum; bebek! Boeing 737 tam kapasite dolu. Sabiha Gökçen Havaalanından Brüksel'e gitmek üzere çoğunluğunu gurbetçi Türklerin doldurduğu uçaktayım. Bu kadar fazla Bebekli yolcunun varlığını, geçtiğimiz bayram tatiline yorumluyorum. Memleket ve akraba ziyaretleri sona ermiş, dönüş başlamış olmalı. 

İki gün önce aldım uçak biletimi...Yaklaşık 10 aydır süren hastane maceramızın, 1 yıldan biraz daha fazla sürecek olan kontrol ve korunma bölümü için, aradabir uğradığımız durağı hastane bahçesinde... Hastaneye ilk yattığımız dönemde biri bana birgün burada seyahat planı yapacaksın dese, o kişiye küfretmekle kalmaz, alnına kurşunu sıkıp vururdum herhalde. Öylesine uzak görünüyordu ki bugünler, hatta dürüst olmak gerekirse, görüş sıfırdı. Şimdi 2 gün önce hastanede satın aldığım uçak biletiyle yola çıkmış gidiyorum. 

Aslında Brüj diye bir yerin varlığıyla tanışmam hastane odasında oldu. Hani sosyal medya dışında fazla bir sosyal ortamım kalmadığı o renksiz, yürek hoplatan, sıkıntılı günlerde. Beni ve oğlumu hayattan koparmayan tek şey, sosyal medya sayesinde etrafımızda olan insanlardı. Bildiğimiz tekşey birilerinin bizi  ve haberlerimizi takip ettiğiydi. Bu yüzden asla vazgeçmedik, önümüze çıkan zorluklara yılmadan cevap verdik. Yine aynı kanal yardımıyla yeni hayaller kurduk. Benim Brüj'e gidip fotoğraf çekme hayalim de küçük, havasız, kasvetli turuncu koridorlu hastane odasında başladı, birgün aniden...

Uçakta sol tarafımdaki 3 koltuk 4 kişilik bir aile tarafından doldurulmuş durumda. 7-8 aylık tombiş bir kız bebek ve 3-4 yaşlarında bir erkek çocukları var. Kız gerçek bir pofuduk bebek. Eline ne geçirirse ağzına götürüyor. Şu ana kadar yedikleri arasında bir gazete, bir magazin dergisi, bir de uçağa ait emniyet talimat kartı var. Eline verilen oyuncak ise ağızdan yere, yerden ağıza... Baba ve annenin yerden alma sürecinde ayakları altından geçmesini de eklersek, bebeğin bağışıklık sistemi hayli gelişmiş olmalı... Ufaklığın abisi ise tam bir sessiz gemi. Var mı, yok mu belli değil. Kız uçağın havalanması ile ağlamaya başladı bile. 3 saatlik yolculuğun ilk şenliği başlamış bulunuyor. Yanımda 2,5 yaşında bir kız çocuğu ve annesi oturuyor. Yaşı nedeniyle kıza koltuk satın almalarına rağmen, çocuğun annesinin kucağından inmemekte direnmesiyle aramızdaki koltuk boş. Annenin kalkış esnasında bebek emniyet kemeri istemesine rağmen, bu istek geri çevrildi ve ikisi aynı kemere bağlı olarak seyahate başladılar. Arka koltukta ise bu ailenin devamı, baba oğul oturuyor. Öndeki ve diğer koltuklardaki çocukları şimdilik ben rafa kaldırıyorum çünki belli ki bu ikisi benim yolculuğumun yeterince renkli geçmesine hizmet edecekler. 

Herkesin yaşadığı bir hayat ve bir de kurduğu hayaller vardır. Her kim yüksek tolerans sahibiyse yaşadığı hayatta mutlu olur... Hayallerinin peşinden koşmak ve gerçekleştirilebileceklerini ertelememek insanın kendisine vereceği en büyük hediye bence. İşte böyle başladı benim fotoğraf makinamla maceram. 

Küçük yaşlarda edindim fotoğraf çekme merakımı. Benimkisi baba mesleğinin devamı... Fotoğrafa meraklı babam, evde bir karanlık oda hazırlamış, askerlik mesaisinden geri kalan zamanlarında çektiği fotoğrafları burada tab eder ve bana da öğretirdi. Emekli olduktan sonra açtığı fotoğrafçı dükkanında çok zaman geçirirdim. Beraber tab ettiğimiz fotoğraflar, ben 7-8 yaşlarındayken, siyah beyaz fotoğrafçılık ile başlar. Renkli fotoğrafçılık başladığında, ilk renkli fotoğraf tabını yine karanlık odada beraber yapmıştık. İlk defa orada öğrenmiştim mavinin negatifinin turuncu, kırmızının yeşil olduğunu... Dijital fotoğrafçılık henüz gündemde değil. O yıllar fotoğrafçılık henüz bir 'sanat'. Pastel boyalarla renklendirdiği pek çok siyah beyaz fotoğraf olmuştur babamın. Ya da ayrı ayrı iki vesikalıktaki, hayattan göçmüş bir dede ile zevcesinin fotoğraflarını aynı karede birleştirip, onları biraz renklendirerek, büyük boy tab edip, çerçeveleyip, çocuklarının evlerindeki duvarlara asılmak üzere uğurlamıştır çok zaman... 'Foto Karagöz', yıllarca yaşadığımız şehrin çok tutulan bir fotoğrafçısı oldu. Ta ki, bir kiosk makinası ile otomatik fotoğraf baskısı yapıldığını görüp dükkana geldiğinde 'bu iş sanat olmaktan çıktı, zanaat oldu, artık ben bırakıyorum' dediği güne kadar. Dükkanda ne var ne yok, hepsini dağıttı babam. Biz çocuklarına da birer fotoğraf makinası düştü o zamanların en çok bilinen markalarından, ben iki abimden sonra gelen yaşça evin küçük çocuğu olduğum için yine en basit en küçük olan makinaya sahip olmuştum. Zaten fotoğrafçı çocuğu olduğumuzdan heryerde elimizde bir fotoğraf makinesiyle gezerdik, okulda, piknikte, gezide, sürekli fotoğraf çekerdik. Sebebi bu mudur bilmem, bir yanım hep fotoğraf yatar, fotoğraf kalkar benim...

Yıllarca hep bir profesyonel fotoğraf makinası hayali kurdum durdum. Durma nedenimi hiç itiraf etmesem de sanırım çekmek istediğim fotoğraflar için yeterli vakit ayıramayacağımı düşünmüş olmamdı.   Zaman ayırmadığımız sürece o beklenen zamanın gelmeyeceğine ayıldığımda takvimler tam bir yıl öncesini, hastaneyle tanışmadan 3 ay öncesini gösterir. Kısmetini bekleyen güzeller güzeli kameramı gidip satın aldığım ve kutusundan çıkardığım gün bir hayalin gerçekleşmesinin insan ömrüne birkaç yıl daha kattığını hissettim. Bir hayali canlı yaşamak! 

İlk iş fotoğraf makinamı alıp tatile gitmek oldu. Kullanım klavuzundan kameramı tanımak, ilk çekimleri yapmak... Hani derler ya, "çocuklar gibi şendim", tarifi aynen böyle birşeydi. Hergün sabahtan akşama kadar klavuzdan makinamı öğreniyor, akşam üzeri ise gün batımı fotoları çekmek için deniz kıyısına koşuyordum. Bu kadar tefarruatlı bir kamerayla çekim yapmayı klavuzdan öğrenmiş fotoğrafçıyım ben. İlk çektiğim pozlar pek tabiiki günümüzün modası, ayak özçekimleri oldu. Ağaçlar, çiçekler, kediler de devamında eşlik etti. Etrafımdaki herşey benim için model olmuştu, ancak beraberliğimiz fazla uzun süremeden oğlumun hastalığı ile tanışıp makinamla bir süreliğine ayrı kaldık. Hastane benim için fotoğrafçılığı takibe başladığım, birçok fotoğraf meraklısıyla sosyal medya üzerinden tanıştığım süreçtir. 

Uçakta ufak bir senfoni orkestrası hiç susmadan konsere devam ediyor. Bir tanesinin 'fa minör' bastığı yerde diğerinin 'sol major' devam etmesi olmasa, biri susup diğeri başlasa, belki biraz daha dinlenebilir bir cümbüş olacak ama bu ufaklıklar birbirini tetikliyor. Arada anne babaların susturmak için çıkardıkları gürültüler de eklenince... Kokulardan bahsetmeyi aklıma bile getirmiyorum. Hepsinin altlarında birer pamuklu minder olduğunu hatırlatmak, çok yersiz ve hatta biraz mide bulandırıcı gelebilir. Hadi ama buruşturmayın yüzünüzü, hepimiz geçtik bu yollardan, önce büyürken, sonra, eğer varsa,çocuklarımızı büyütürken... Neyse ki sağımdaki çocuk uyudu, saçları koluma sürtünecek şekilde ayakları annesinin kucağında yatıyor, uyanmasın diye kolumu sabit tutmaya özen gösteriyorum. Sol arka çarprazımda oturan bir 'kütük' var ki, bahsetmeden geçemeyeceğim. Ağzını sonuna kadar ayırarak esnerken yüksek sesle böğürmesi ve ardından 'la la la' şeklinde koraya eşlik etmesi, çocukları kıskanmasından mı yoksa ilgisiz büyütülmüş olmasından mı bilemedim. 

Bir fotoğrafçılık sitesinde gezinirken, ışığın su kenarına sıralanmış küçük evlere yansımasımasının yarattığı güzelliğe vuruldum. Mekan aynı olmasına rağmen her fotoğrafçının objektifinden farklı bir çizim vardı. Fotoğrafların Brüj'da çekildiğini öğrendiğim zaman başladı aynı mekanı kendi kameramla yorumlama hayalim. Dedim ya hastane bahçesinde 2 gün önce son kararı verilmiş bir seyahat, tahmin edildiği gibi hızlı çekim olacak, iyi bir zaman yönetimiyle 3 gün 3 gece 3 şehir fotoğrafı çekip gelmek hayalindeyim. Sinderella masalı gibi herşey 3 günün bitiminde eski haline dönüşecek. Arada 3 gece ise bir hayale yaşam bulduracak. 

Yanımdaki kız çocuğu şimdi uyandı. Uyanır uyanmaz annesinin hışmına uğradı. Çocuğuna sarılıp okşayıp güleryüzlü bir sevecenlikle karşılamasını beklerken, kendi duygularını tanımayan zavallı anne çocuğunu sarsmaya başlayınca kız avazı çıktığı kadar bağırmaya, anne daha çok kızmaya ve kıza vurmaya başladı. Kimin çocuğu olarak doğacağımız elimizde değil ne yazık ki... Annesinin kızı olarak bu çocukta yeni nesiller yetiştirecek günü geldiğinde...

Brüksel havaalanına iniş için alçalıyoruz anonsu yapıldı. Bu seyahat diğerlerinden çok farklı benim için. Yüksek topuklu ayakkabılarımdan hiçbiri benimle gelmediği gibi, bir valizim de yok, ufacık bir sırt çantası ve fotoğraf makinam ile çıktım yola. Bedenim ve aklım birkaç bin mil havada şu an. Bu gece ilk masal şehir Ghent ile başlıyorum kendi gerçek masalımı yaşamaya. Kafamda eğlenceli sorular, bakalım 'yarın akşam Brüj bana da diğer fotoğraf meraklılarına verdiği aynı seksi pozu verecek mi, benim fotoğraf makinamla da aşk yaşayabilecek mi? Bu kadar çocuk gürültüsüne değer mi?'... Heyecanım keyfime keyif katıyorken, herşeye değer bence. Hatta şu sol çarprazımdaki 'kütük' bile eğlenceli geliyor bana. 

Ben hayalimin yaşam bulmasına ve objektifimden ölümsüzleşmesine doğru çıktım yola, herşey yaşama dört elle sarılmaya ve yaşamaya değer. Hayal et, planla, gerçekleştir ve hatıralarına kat yeter ki...

Finali yanımda oturması gereken ama oturmamak için çapulculuk yapan Rümeysa (adını o kadar çok tekrarladı ki annesi ) ve annesinin biber gazı ve toma bulamaması nedeniyle ellerini kullanarak kızın suratına indirdiği sağ sol kroşeler ve sözlü hakaretlerle yaptık. Çapulcu Rümeysa direnişinden asla vazgeçmedi, tüm yolcuların dikkatini üzerine çekmeyi başarırken ben kesinlikle olaylara karışmamayı tercih ederek penguen belgeseli izler bir edayla çevreme bakmaya devam ettim. En sonunda Rümeysa anne kucağına geçip, hem de kemersiz olarak inişi gerçekleştirerek, mücadelesinde zaferi kazandı.

Uçaktan inme zamanı, Brüksel'deyim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder