27 Mart 2017 Pazartesi

Olmayan Sevgiliye Mektup

Beyazlık gözlerimi kamaştırıyor. Gece yağan karın üzerinde tek bir pati izi bile yok. Sağlı sollu dizilmiş evlerden dışarı çıkan olmamış bu sabah. Yol bahçelere karışmış, heryer beyaz, herşey dümdüz. Hava üşütmüyor, sakin. Dışarıya davet eden bir ıslığı var sanki dingin. 

Çocukluğumdan kalma bir dürtüdür kar üzerinde ilk iz bırakan olmak. Vakit kaybetmeden giyinip dışarıya çıkıyorum. İlk adımımla bileğime kadar kara gömülüyorum, ikinci adımım ise merdiven basamağının kenarına denk geliyor ve ufak bir düşme riski yaşayıp ayağımı burkuyorum. Burada merdiven basamağı olduğunu biliyordum ama daha taşınalı 2 gün olmuş, yerini tespit etmem için henüz çok erken. Karda ayak izim yerine, düzensiz, sağa sola yalpalamış bozuk düzen izlerim var. Ya düşseydim? Buraya geldiğim günden beri  yediğim hamburgerlerin şaheseri minder üstü oturuş yapıp, kara imza atmış olacaktım. Biliyorum sen seversin, 'yemeğin salçalısı, kadının kalçalısı'nı. Ben yine de kararlıyım, yerleşir yerleşmez ev yemekleri pişirip kilo verme programı uygulamaya. Buraların geleneksel mutfağı hamburger, bizim kebap gibi. Lezzetine doyum olmuyor, yarattığı balina eti (balıktan epey farklı) insana dönüşmek isteyenlere günde 3 öğün tavsiyemdir.

İstanbul'u özlemiyorum. Hele  kar yağdığı zamanki keşmekeş, kirli, zorlu yaşam hallerini hiç hatırlamayayım! Kar apartmanların arasında beyaz mı gri mi? Karda oynamak, ilk izi bırakan olmak için vakit var mı? Arabalar yollarda kalmış mı, kazalar olmuş mu? Okullar tatil mi? Doktora gitmesi gerek  hastalar? Bugün olması beklenen önemli toplantılar, sınavlar... Trafik sıkışıklığı bitmeyen, yaz kış var olan ömür törpüsü İstanbul, yaşatmıyor, sömürüyor, yaşamdan çalıyor... Özellikle trafik yoğunluğu aklıma gelince kalbimin üzerine bir mandafon ineği oturmuş gibi hissediyorum. Hani çocukken La Vaş Kiri (la vache qui rit) peynirlerini bize sevdirmeye çalışan Hollandalı gülen inekler. Bir dönem hepimiz merak edip kırmızı paketli bu ineklerin peynirini, aile bütçesini zorlasa da aldırmış, beğenmeyip kimse görmeden tabağımızda bırakmaya çekinmiş, avucumuzda yer gibi yapıp çöpe atmışızdır o paketi janjanlı peynirleri. O peynire verilen paranın yüreğime oturduğu günlerden kalma belki yüreğim sıkışınca 'mandafon ineği oturmuş gibi' hissetmem.  Hollanda deyince senin aklına Amsterdam ve lale gelmiştir hemen, bilirim munzırlık yaparsın ama ben başka yerleri de düşün istiyorum Utrech, Maasricht, Overijssel...önlüklü, çarıklı, saçları melikli kızları artık yoksa bile, yeşiliyle, doğasıyla güzel sakin huzurlu ülke.

Buz koymaya gerek duymadım, ciddi bir burkulma değil, zaten soğukta yürüyorum, doğal ilkyardım yapılmış oldu. Senin gittiğin ilkyardım kursunda anlatmışlardır, buz iyi gelir burkmalara, çarpmalara, düşüp bir yeri sert vurmalara... Bilmek gerek ilkyardımı, özellikle uzaklara taşınmışsan, yabancısıysan bir şehrin.  Önemlidir hayat, hayat kurtarmak, hayata dokunmak ve hayat değiştirmek. Kimbilir kimler yaşıyor sokağımda, daha karşılaşmadığım komşularım nasıldır?

Artık daha dikkatliyim, yol bile olsa karın altında ne olduğunu görmediğimden temkinli adım atmakta fayda var. Hava üşütmüyor. Yürürken her adımımla karlardan kütür kütür ses geliyor. Acaba karlar için mandafon ineği ben miyim? Yüzümde bir gülümse, derhal kilo vermem gerek. Uzaklarda bir yerden bir rüzgar gülünün sesi geliyor. Yılbaşında seyrettiğimiz Hollywood yapımı filmlerdeki gibi. Sokaklar boş, az sonra Noel baba ve ren geyikleri, kızakla üzerimden uçacak, şansıma bir hediye paketi önüme düşecek. Müzik sesine doğru yaklaştıkça bana kendini hissettirmeyen tatlı rüzgarın, rüzgar gülünü ahenkle konuşturduğunu farkediyorum.  Rüzgarın aşk melodileri. 

Hangi sokaklardan hangi yöne döndüm,şu an evim ne tarafta, bilmiyorum. Geri dönmek için hemen hemen her konuda olduğu gibi yakın dostum cep telefonuma başvuruyorum. Navigasyon adresi girdiğim zaman bana en kısa yürüme yolunu gösteriyor. Gözlerime inanamıyorum, evden bu kadar uzaklaştığımın farkında değildim. Çocuk gibi hissediyorum kendimi, yarı ürkek, yarı suçlu, kaybolmuş, biraz başına buyruk. Evde bekleyenim yok nasıl olsa neden böyle panikledimse anlamadım? Sen yoksun, olsan sanırım evde değil yanımda yürüyen olurdun. Rüzgarın aşk melodisine bizimkini eklerdik, gözlerimi kamaştıran kar beyazı değil sen olurdun. Sen olsan, sağ yanım üşürken sol yanım yanardı, kollarımız birbirine dolanmış ateşle yürütürürdük. Sen olsaydın eğer, konuşmaktan yolu kaybettiğimizi farketmez, kahkahalarımızla sokakların sesliğini bozardık. Sen olsaydın eğer! Sen hiç olmadın!, ama varsayalım olsaydın,  o merdiven basamağında ayağımı burkmazdım. Noel babanın hediye düşürmesini beklemezdim. 

Ya da tam tersi sen olsaydın tökezler düşerdim, ayağımı burkmaz kırardım, belki de sokaklarda hala yalnız kayboluyor, rüzgarla aşk yaşıyor olurdum. Ben bu seni istemezdim. Eğer sen bu olsaydın ben de seni İstanbul'da bırakır, kimbilir belki özlerdim. Ama sen hiç olmadın, ben özlemedim İstanbul'u da, seni de.
 
Önce 'ben' olmalı insan, kendiyle mutlu. Adımlarını kendi için atmalı. Burkulsa da adımına sahip çıkmalı, benim adımım benim kararım dedi mi birkez acısına da katlanır, keyfine de. Etrafını sevmeli, birine bağlı kalmadan. Dayanacak omuz aramadan, sarılacak kolların en güzellerinin yanındakiler olduğunu bilerek. Sallamalı iki yana içinden geldiği gibi. Bu şehirde yepyeni 'sen'ler var.  

İstanbul'u özlemedim ama özlediklerim var elbette.

Kendi yolunu çizip hakkıyla yaşayan herkese benden, buradan, uzaklardan kucak dolusu sevgiler.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder