17 Temmuz 2015 Cuma

Kutlu Bayram Trafiği

Efendim bayramlar her zaman bir heyecan kaynağı olmuştur. Ben küçükken -hani yaşım ortaya çıkmasın diye şu kadar yıl önce diyemedim ama demezsem de konuyu anlatamayacağımı farkederek, mecburen yazıyorum-  bundan 30-35 sene önce, çocuklara gelirdi bayram. Büyüklerimiz bir ay tuttukları orucun bitmesini kutlarken, küçükler alınan yeni kıyafetleri giymenin sabırsızlığıyla günlerce bayramı beklerdik. Ramazan bayramı için  bir kıyafet alınırdı. O kıyafet bayram sabahına kadar yatak kenarında beklerdi. Bazen evde yeni ayakkabılar birkaç adımlık giyilir, sonra çıkarılıp yeniden yatağın kenarına konurdu. Bayramda 3 gün boyunca temiz ve dikkatlice giyilen kıyafetler yıkanır, ütülenir, dolaba kalkar, kurban bayramında yeniden giyilirdi. Kurban bayramı sonrası artık o yılın düğün, nişan, gezme aktivilerinin kıyafeti bu yeni kıyafetler olurdu. Güzel ve saftı o bayramlarda sevinçler. Büyüklerin elini öpmek ve harçlık ile şeker toplamak... Harçlıkları tekrar tekrar saymak ve bakkal amcadan birazını özgürce harcayarak alışveriş yapabilme zevki. Mesela çatapat veya mantar alırdık, sonra elimizi, kolumuzu, ayağımızı, bacağımızı yakar mıydık? Yakardık! 

Şimdi bayramlar böyle değil. Şimdi çocukların yeni kıyafet için heyecanları yok, çünki istedikleri herşeyleri var. Büyükleri ziyarete gitmek ise hayli gereksiz bir düşünce. Sen aylarca çalış, yılda bir iki kere yakaladığın izin fırsatını yaşadığın şehirden kalkıp Anadolu'nun başka bir köyü veya kasabasındaki ya da şehrindeki büyüklerini ziyaret için harca. Bazı akıllı büyükler yok mu? Var tabii. Parası olan, kafası çalışan büyüklerimiz hiç olmazsa bayram tatillerinde olsun ziyaret edilebilmek için yazlıklar almışlar. Yaz tatili, hem de konaklama ve yemek bedava! Buna rağmen bir bayram gidilirse diğer bayram uğramasak da olur dediğimiz büyükler bir kenarda dursun, efendim biz gelin, ülkemizde birkaç senedir yaza denk gelen ve denk gelecek olan bayramlara bir bakalım. 

Milletçe içimizde yatan bir deniz aslanı var. Yaz geldi mi kendini denize atamayan, kışın depresyondan kurtulamıyor. Bayramlar da herkes yurdumuzun Ege ve Akdeniz sahillerine gitmek için yollara dökülüyor. Biz Kurtuluş savaşında düşmanı da böyle denize dökmüştük... O kadar insan aynı tarihte yollara ve aynı istikamete doğru yola çıkınca ne oluyor? Ah neler olmuyor ki... İçlerindeki deniz aslanlarının yattığı yerden çıkmasıyla herkes trafik canavarına dönüşüyor. Ülkenin ağırlık merkezi bozuluyor, güneş de pek cömert, tepeden kafataslarını kaynatıyor, araçlar da zaten kapasite üstü yolcu dolu, kucakta ki çocuklar isilik pişik, kucağına oturdukları insanlar... Neyse onların durumunu hayal etmeyi size bırakayım, gereksiz tasvirlerle yüzünüz buruşup, mideniz bulanmasın. Bir sürücü başına düşen yolcu sayısı iyi ihtimal ile 5 kişi ise, araç klimasız olduğu durumda, dışarıda sıcaklık 35 derece iken sürücünün potansiyel beyin ısısı yaklaşık 48 derece olur. Haliyle bu kişiden trafik kurallarını hatırlaması, insan sevgisi, çevreye saygı, biraz duyarlılık ve özellikle 5 duyu organıyla trafikte dikkat göstermesini bekleyemezsiniz. Bekliyorsanız sizin de ateşinizi ölçmek isterim. 

İşte bugün ben bunlardan bir tanesiyle, hem de klimalı ve için de benden başka yolcu olmayan aracımda  seyir halindeyken, muhattap oldum. İstanbul'dan artık herkes şehri terkedip gitmiştir diye, bana göre oldukça uygun bir saatte yola çıktım. Şaşırtıcı bir şekilde Eski Hisar'da feribot kuyruğu var olmasına rağmen 5şer sıra halinde ilerliyordu. Çünki feribotlar hayatımda rastlamadığım kadar hızlı işliyor ve 4er, 5şer yanaşıp karşıya geçiyorlardı. Tabii yan tarafa açılan özel feribot işletmesinin bu hizmet iyileştirmesindeki katkısı yadsınamaz, tekel durumundan rekabete geçince nasıl da kalite farkı oluşmuş. 
Buraya kadar herşey mükemmel. Ancak feribotlar bu hızla Topçular iskelesine araçları boşalttığı için, iki şeritli yol tıkanmış. 8 km'lik mesafeyi 2 saatte ancak geçebiliyoruz. Elbette hepimiz insanız, ben de bir canlı olarak arada içtiğim suları boşaltmak isteği duyuyorum. Dinlenme tesisine gidemeyeceğimi anlayınca sağdaki benzin istasyonuna sığınıyorum. Biraz kuyruk bekledikten sonra rahatlamış ve mutlu şekilde yola tekrar çıkıyorum. Duran trafiğe yandan karışmak zorundayım. Uçmam mümkün olmadığına göre, saatte 4km hızla ilerleyen araç konvoyuna yandan karışmam gerekiyor. Nedendir bilinmez 7 metrelik konteyner taşıyan bir TIR bu trafiğin bir parçası. Oysa bayram trafiğine çıkmaları yasak... Bekliyorum, beni biçmeden ilerlesin de ben de arkasından yola karışayım. Hayda! yola çıkmama engel olmaya çalışan bir araç. Ben sola sinyal veriyorum gaza basıyorum, bu yanımda aynı hızla beni sıkıştırıyor.  Ya sabır, ya selamet, bir daha dur kalk yine aynı şey. Ben de sakinim, sabırlıyım, klima var, yolcum yok, iyi hoş da, benimde bir tersim varmış bunu görüyorum. Kafamı sola çevirmemle camı indirirken buluyorum kendimi. Aaa bu da ne, yandaki aracın camı açık zaten, sürücü kadın, sağda bir genç adam oturuyor. Ben avazım çıktığı kadar bağırmak için boğazımı temizlemiş, tam gözbebeklerimi ileriye doğru 1 cm fırlatmış, başlamaya hazırken, hanımefendi 'salak mıyım ben, yol verecek değilim' diye bağırıyor ve gaza basıyor. Leyn! sen beni nasıl konuşturmazsın, cam cama yanyana getiriyorum arabamı, aynı hızla TIR'ın arkasındayız ikimizde, benim gözler yerinden fırlamış, yerlerinde yoklar zaten diğer aracın ön koltuğundalar, 'benzin aldım yola çıkıyorum' gibisinden birşeyler haykırıyorum. Ama bu ses benim değil, bu eller kollar hiç değil. Ay ne çirkef birisiyim. Ses benim de sesimin arkasından haykıran bir ses daha var, onu farkediyorum. Ajda Pekkan, arabamın içinde sonuna kadar açık sesiyle  'boşver sen affet gitsin aldırma' diyor. Bir sağ bakış, iki kere kere müziği kapatma teşebbüsü ve başarısızlık. Yanımdaki araç bir burun önde gidiyor, ay tutmayın beni! Şimdi yine camcama yanyana bu kez Ajda'nın sesi yok benimkisi daha yüksek' sol elim camdan çıkmış, o genç adamı yakasından tutup alıcam benim arabaya ama kadın hala ' salakmıyım yol vermiycem' derdinde, kafayı çevirip bana bakmıyor. Ben birkaç cümle savurup sağımdaki refüje çıkmamak için yolu veriyorum. Derken bunun arkasındaki, 7 kişi bir araçtalar, aynı hareketi yapıyor. Tam ben camımı kapatmışken gözgöze geliyoruz. Aliştım ya bir kere, aynı camdan cama muhabbete giricem camı indireyim diye elimi tuşa koyuyorum, hay aksi arka camı açmışım. Ama bakışlarım nasıl ise sürücü de, arabanın içindekilerde cin çarpmış gibi kafalarını ileri çeviriyorlar. Sanırım içimden bir şeytan çıkmış. Dile kolay 1 saat 4 km yanyana aynı iki şeritte ilerleyeceğiz. Bende ne inat varmış bunu da görmüş oldum. Bunlar TIRın arkasında ben sol şeride geçmiş yanlarında, her yanıma geldiklerinde bakışlarım üstlerinde... O da ne bizim kafa tutan kadın sürücü, trafik açılıp ilerlemeye başlayınca çuvallıyor. Hani ne oldu usta şöför? Oysa ben seni önüme almıştım bir güzel tamponuna yapışıp canını sıkacaktım. Malesef hevesim kursağımda kalsa da sollamak zorunda kalıyorum. Zaten hızla gideceğimiz 18 km yol. Sonra yine dur kalk. Oyalanamayacak kadar az zamanım var. 

18 km gaza basmanın verdiği hazzı anlatmam ne mümkün! Bir MAN kafası sürücüsü, bir ben, bir siyah Audi sürücüsü, bir de kırmızı WW polo kaptırıyoruz virajlarda. Orhangazi'ye kadar bir sağ bir sol... Bizim hızımız da yüksek değil ama diğerleri gerçekten ya uzun yol tecrübesizliği, ya da başına güneş geçme durumundan yolu epey bir bloke ediyorlar. Hay bin tırtıl... 
5 saatte 200km gelebilmenin haklı gruruyla mola verme zamanı. Ama tesisler ufak birer panayır alanına dönüşmüş. Araç park yerlerinde çadırlar... Hay benim güzel yurdumun bayramcı insanları... Aracımın koltuğunun şeklini almış bedenimi esnetmek ve biraz yemek yemek iyi gelse de daha gidilecek 250km var. Nasıl da gözümde büyüyor yol. İşin riskli tarafı ben Ayvalık'a annemi ve babamı ziyerete gidiyorum ve kendilerine sürpriz olsun diye haber vermedim. Gece olmak üzere ve yatarlarsa yaşlı insanları uyandıramam. Oteller de doludur. Arabada uyumak için de bu kadar eziyete değer mi? 

Güzel haber şu ki hava akşam kızıllığına bürünüp de farlar yanınca yollar tenhalaşıyor. O, hepsi birer yol fatihi olan sürücüler sağ şeride çekiliyor, sonunda sol şeritte rahatça ilerlemek mümkün oluyor. 250 km sadece 2 saatte bitiyor. Artık Edremit civarında Yunanca radyo yayınlarını almaya başlıyorum. Türkçe sadece TRT FM var. Biraz daha ilerleyince o hep keyifli bulduğum yerel radyo yayınları çekmeye başlıyor. İlk sürpriz Ebru Gündeş Tatlı tatlı belaaam diye geliyor. Üzerine para teklif etseler dinlemeyeceğim bu şarkı öyle eğlenceli geliyor ki, omuzlarım müziğe eşlik ederken parmaklarım direksiyonda ritm tutuyor. Hatta bir ara sağ elimin şınanay modunda yılan dansı yapması gözümden kaçmıyor. Boynumun oynaması ise günün cimnastiği sayılabilir. Ayvalık Sarımsaklı son durak. Buralara 7 yaşından beri her yaz gelen ben, hep aynı şekilde Yunanca yayınlar başlamasıyla içi kıpır kıpır olmuş, denizi görünce gülümsemişimdir. Bu kez karanlık denizi göremedim ama yunan radyoları daha net çektiği için Yunanca bir şarkıyı dinlerken de koltuk dansı yapmaya devam ediyorum. İşte arabamı park edişim ve annemle babamın evde olamaması ile yüzümde beliren sevimli gülücük. Biliyorum ki bu devirde herkes bir cep telefonu uzağımda, saat henüz gece olmadı, ulaşabileceğim bir yerde olmalılar. Beni beklemedikleri için şaşırıyorlar ve çok seviniyorlar. Bu bayram kardeşlerimi ve torunları temsilen burada ben varım. Yarın sabah erkenden kalkacağız. Bayramlığımı giyineceğim. O küçüklüğümde bayramlarda olduğu gibi , babam bayram namazından gelene kadar kahvaltıyı hazırlamış olacağız. Sonra bayramlaşacağız ve mis gibi kahvaltımızı edeceğiz. Gün güneşle başlayacak, şeker tadında devam edecek ve yazlıkçı komşularla içilen kahvelerle, ikramlarla, sohbetlerle son bulacak. Eh tabii bu bayram şekerleri ve harçlıkları ben alacağım. 

Hepinize içinizdeki canavarları unutturacak, yüreğinizdeki sevgi ve coşkuyu ortaya çıkarttıracak bir bayram dilerim. Büyükleri aramayı, küçüklerin bayram harçlıklarını ayırmayı unutmayın. Hani olur da görürseniz, yardıma muhtaç bir çocuğa harçlık verip başını okşamayı, huzurevlerindeki yalnız yaşlıları ziyaret etmeyi de unutmayın. Hepimiz çocuktuk, hepimiz büyüdük, hepimiz yaşlanacağız. Bayramlar var oldukça hatırlanmak ve hatırlamak dileğiyle. Bayramlarımıza sahip çıkalım. Bayramınız şeker tadıyla dolu, kutlu mutlu olsun. 

25 Mart 2015 Çarşamba

Yeni Video Oyunu: Angels & Survivors in Cairo


10 yıl önce, 10 yıl sonra! Kahire'de değişen, iyileşme gösteren çok şey var. Örneğin otel çalışanları. 10 yıl önce müşterilerine hitap şekilleri 'pışt pışt' iken bugün, 'bay, bayan' olmuş. 10 yıl önce görevliye adres sorsanız bile ellerini açıp 'bahşiş' diyenlerin yerini 'hoşgeldiniz, nasılsınız, ne arzu edersiniz, memnun kaldınız mı' almış. Şehrin çöle kurulmuş olması toz ile yaşamı kucak kucağa getirmiş olduğundan ilk bakışta heryerin sarı kum renginde olması ve 'bu ne toz'  dedirtmesi normal gelse de, eskiden bu toz içerisinde hijyen sorunlarını da eklediğiniz zaman yemek yemek büyük bir problem iken, bugün rahatça (yemesem de) salata sipariş edebilmek, taze ve pişirilmemiş meyveleri yemek mümkün olmuş. Hizmet sektöründe büyük gelişme var. 

Değişmeyen tek şey trafik! Kahire'nin nesi meşhur derseniz, benim cevabım hiç düşünmeden "trafiği" demek olur. Bir şehir düşünün, içinde 20 milyondan fazla insanın yaşadığı...Buna aynı zamanda günde 10 milyon ziyaretçi ekleyin. Çünki ülkenin bütün devlet işleri buradan yönetiliyor. Gerçek nüfusunun ölçülemediğini hesaba katmayı unutmayın. Her gelişmemiş ülkenin ana karakteristiği toplu taşıma noksanlığını dikkate alırsak, işte 'trafik' kelimesi birdenbire anlam kazanıyor. Aslında trafik yok, trafiksizlik var! 

Kahire trafiğini ben kendi yaşadıklarımla anlatmaya çalışayım. 10 yıl önceden tek farkı şimdi bazı yollara beyaz çizgiler çizilmiş olması ve araçların artık kapanan camları var. Bir de "Doğan görünümlü Şahinler", hatta işin daha gerçeği, "Serçe ve Murat 131ler" yerlerini günümüz markalarına bırakmışlar. Arabaların tozdan içleri de dışları da kaplanmış durumda. Hoş bu toz o kadar yoğunki, heryerde, oturduğunuz koltuktan, elbise askılarına, masa, sehpa üstünden yemek tabağı, fincanlarına kadar... Gün içinde kıyafetinizin, saçınızın hele hele ayakkabılarınızın ne duruma geleceğini tahmin edebilirsiniz. Ben arabaları "yürüyen teneke" olarak tanımlamayı uygun buluyorum. Trafiğe çıkmış ve vuruğu, çarpığı, çiziği, yamuğu, kırığı, darbesi olmayan tek bir araba yok. Abartmıyorum! Gerçekten yok. Olmaz, olamaz, olması mümkün değil. Şöyle anlatmaya çalışayım. 

Bir video oyununun canlı oyuncusu olduğunuzu hayal edin. Altınızda bir araba var, amacınız puan toplamak, bunu yaparken etrafınızdaki canlılar, cansızlar yollardaki çukurlar, hatta bazen yolun ortasında aniden karşınıza çıkan kaya parçalarına çarpmamaya çalışacaksınız. Çarparsanız durmanız gerekmiyor, ama bilin oyun sizden puan silecek. Puan kazanmanız ise yeteneğinize kalmış. Öncelikle yolda sinyal vermemeniz gerek, yapacağınız hareketlerden önce yan aynalara bakmanız ve iç anadan arkayı dikizlemeniz gücünüzü azaltıyor, puan kaybettiriyor. Yerlerde, varsa eğer, çizgilerin arasından gitmeniz, ve başka bir aracın arkasında iki saniyeden fazla takipte kalmanız da kazanç sağlamıyor. Bu arada bir ipucu vereyim, emniyet şeridi diye birşey yok, 2 şeritli bir yola her zaman 3 araba sığar! Zorlarsanız dört olur mu? Denemek serbest. Yan teker üzerinde gitmeyi becerirseniz bonus sizi bekliyor. Takip mesafesi 50 cm., hız minimum saatte 80km olmak zorunda. Trafik işareti, lambası yok, bazı yerlere kafa karıştırmak amacıyla bazı trafik lambaları koyulmuş, ancak ya çalışmıyor, ya da sürekli sarı yanıp sönüyor. Dikkate almayın zaman ve puan kaybedersiniz. Oyunda tek bir şeye odaklanın: varış noktası. Diğer sürücülerin hakkını ne kadar çok gasp ederseniz o kadar çok puan kazanıyorsunuz. Baktınız trafik duracak gibi tam dururken arkadakine uyarı amaçlı, elinizi camdan çıkarıp aşağı yukarı 'yavaşla' işareti yapmanız serbest, ama sakın bakmayın, çok isterseniz dörtlüleri yakın ama kısa bir süre, belli belirsiz olsun. 

Sağa veya dönmek için önceden sinyal vermek, şerit değiştirmek, aynadan gelen var mı diye bakmak puan kaybına sebep olur. Bu oyunda en soldan en sağa geçerek ( diğer yön için sağdan sola) tek hamlede dönebilene puan var, dönemeyene rastlamadım. Hatta iki tane koca konteyner yüklü kamyon, bir yolcu otobüsü dahil bunu yapabilen yüzlerce araba var. Hadi ama çok eğlenceli , başaracaksınız, zor değil.

Bakın şimdi, siz etrafınıza bakmadan bunları yapıyorsunuz ya, diğer sürücüler de sizin gibi. Sanmayın ki onlar sizi kolluyor. Onlar da aynı oyunda puan toplamaya çalışıyor. Kaotik bir yol durumu ama tek bir tıkanma yok. Yollar kalabalık fakat akıcı trafik var. Bir yerde polis yolu kontrol etmeye karar vermiş ve yazık ki orada arabalar durmuş. Bir yerde, ki otoyol denilen bir yol, arabaların arasında birden elinde kağıt kalem bir polis belirdi. Daha doğrusu adam orada ne yazıyor bilinmez ama bu şerit takip etmeyen 80km hızla giden arabalar arasında, gerçekten de ezilmeden durabiliyordu, bravo! 

Madem konu polisten açıldı, şimdi oyundaki asıl yüksek puanların ne olduğunu açıklamalıyım. Yayalar! Yollarda, nerede, ne zaman olduğu önemli değil yayalar var. Evet yayalar! Sağına soluna bakmayan, yola gelişine giren yayalar. Bunların da oyundaki amacı puan toplamak. Bu yüzden etraflarını kontrol etmemeleri puan demek. Koşmak zaten oyunda yok. Yavaş yavaş aheste araçların arasından karşıya geçmeleri gerekiyor. Bu yayaları görüp frene basarsanız puan kaybedersiniz, bu yayaları da görmemeniz gerekiyor. Dedik ya hedefe kilitlenip doğruca ileriye gitmek hedefiniz. Yayalara çarpmanız yasak. Can kaybetmek istemiyorsanız bir yolunu bulup aynı hızda yayayı ezmeden, diğer arabalara çarpmadan, bunu yaparken sağa sola ve aynalara bakmadan, devam etmeniz gerekiyor. Bu esnada çukura girerseniz kabul ediliyor, daha çok puan kazanmak istiyorsanız cep telefonu elinizde olsun, kulağınıza dayayın ve bağıra bağıra, hararetli bir konu bulup konuşuyor olun. Bingo, 1000 puan kazandınız!

En korkuncu, otoyolda sizinle aynı hedefe ilerleyen kamyon süren oyuncular. Yüksekte oturduklarından mı bilinmez elleri kornada, size yapışmış gidiyor olsalar da dert etmeyin, görmezden gelin. Ufak bir dokunuş size çok zarar vermez, kamyona da çok puan kaybettirmez. 

Yollar sandığınız gibi düz ve geniş değil. Bazen 5 şeritlik bir arazi, bazen önüne set çekilerek aniden 5 şeritten tek şerite inmiş kıvrılan bir viraj. Ya da hızla akan trafikte, pat diye önünüzde bir düşük banket, yarım kalmış asfalt çalışması nedeniyle kesik asfalt, sol teker çukurda sağ teker yüksekte. Yola devam durmak yok. 

Tüm bu adrenalin, oyunu tamamlayana dek bağırmanız, çığlık atmanız, kah geri kalıp, kah ileri atılmanız, oyunu kazandığınızda  "KAZANDINIZ" yazısı eşliğindeki bangır bangır çalan müzik eşliğinde , bağırarak, dans ederek kutlamanız için, sizden hafif bir ter çıkacak ve gergin suratınızda müthiş bir gülümseme olacak. Hatta şöyle yumruğu sıkıp dirsek bükülü ileri geri bir sallama yaparken bir bacağınızı hafif kaldırıp diğerini dizden bükerek "evet, evet, evet" diyebilirsiniz. Tüm kazanılan oyunlar böyle yaptırmaz mı, o ne zevk, o ne haz! 

"GAME OVER" olursa mı? Hmmm, bakın 3 gündür sadece bir kez ciddi bir 'game over' badiresine şahit oldum. Benim oynadığım araba, 1970 model bir serçeye arkadan hızla geçirecekti ki kurtardık,  üç yada dört yayaya çarpmamız an meselesiydi ki asla yolumuzdan alıkoyamadılar, frene basmadık. Sadece birkaç ufak puan kaybımız oldu, örneğin bir tıra yol vermek zorunda kaldık. Aslında yol vermek denemez biz ilerlemeye devam ederken yanımıza sıkıştığı için mecburen, üzerimizden geçmesin diye  kapımıza çarpacak kadar yakınımızdan geçmesine izin verdik. Bu arada diğer yandaki arabaya çarpmadık, ama kapılarımız yapışıktı. 

Ben çok ısrar ettim, çok istedim co-pilotluktan asıl sürücü koltuğuna oturmayı. Yeminler ettim, arapça 'valla' dedim, yalvardım, 'başaracağım, tüm kuralları anladım, çok puan yapacağım' dedim ama sürücü olamadım. Bir dahaki oyunda kesin ben kullanacağım arabayı. Fakat arkadaşım gerçekten iyi sürücüydü, şöyle ki, bu şekilde ilerleyen trafikte, kendisi 20 dakika telefonda arapça bağıra bağıra konuşup puan yaparken ben ön sağ koltukta bir ara co-pilotluğu unutup uyumuşum. Benim uyumuş olmam ekstra puan kazandırmış. Bu trafikte uyumayı başaran ilk turist olarak kayıtlara geçtim. Sanırım en çok eğlenen ve gülen olarak da kaydetmişlerdir. Gülmekten yanaklarım ve çenem ağrıdı. Neden kimse şeridinden gitmiyor hala anlamış değilim. 

Nasıl oluyor kaza olmadan trafikte herşey ylunda gidiyor? Benim son yorumum şu oldu: Dünyadaki bütün melekler Kahire'de fazla mesai yapmaktalar. Biz diğer dünya milletleri, bir melek arar, bulamazken bütün melekler toplanmış Kahire halkını trafikte kazadan koruyorlar. Akşam üzeri bir iki ufak çarpışma ile karşılaştığımda meleklerin bile yorulduğunu anladım. Değil dünya, evrendeki tüm melekler gelse yine de ufak tefek kazalar olacaktır. Ama ufak tefek! Bu düzensizlikte bir düzen var ve ben bunu meleklerden başka bir şekilde açıklayamadım. 

Kahire'de üç günden sonra karar verdim ki, artık lunaparka gidince ters dönen, atlayan, zıplayan, fırlatan, çarpan, çarpışan oyuncaklara binmekten, hele hele rollcoasterdan korkmam anlamsız. Bugüne kadar denememiştim ama bundan sonra hiçbir güç beni bu oyuncaklardan alıkoyamaz. Bu kadar eğlenceli olduklarını hiç test etmemiştim. Canlı rollercoaster macerası yaşamış insanım ben, oyuncağından mı korkacağım? Arapların dediği gibi "yallah" hadi bana eyvallah. 




8 Mart 2015 Pazar

Bahar Dalı

Kuru bir yaprak, rüzgarın şiddetine karşı koyamadan taklalar atarak savruluyor kaldırım da... Kurumuş  olmasına bakılırsa Mart ayında henüz tazelenmiş dallardan kopmuş olamaz. Tek başına, kışın soğuk karına, toprağın ıslaklığına karşı koymuş belli, eriyip gitmemek, yokolmamak için. 

Rüzgar acımasız! Mart ayının taze bahar dallarına gelinliklerini yaşatmamaya kararlı. O güzelim pembe beyaz çiçekler dallarında daha açamadan dökülüvermişler. Güneşli, sakin bir bahar havasına doğmayı hayal ederken, hayata başlamadan veda etmek zorunda kalmışlar. 

Orada ufak bir çam ağacı yan yatmış, tam da baharla heveslenip, toprağın sıcağına kökleriyle daha sağlam tutunmaya çalışırken... Şimdi onu kesecekler, oysa büyüyüp ihtişamlı bir ağaç olmayı hakederken. 

Bir hain rüzgar, sinsice, kıskançlığından kudurmuş, gözü dönmüş biçimde baharı sabote etmek için uğraşmış dün gece. İçimi üşütüyor, hem yaptıkları hem de çıplak yüzümü yakarak karşıdan sertçe esişi. Beni alıp savuracak kadar sert esmediği için karşısında ben güçlüyüm. Ayaklarımı yere sağlam basarak, yüzümü soğuğuyla yakmasına engel olacak şekilde siper ederek, ellerimi ceplerimde hapsederek de olsa kafa tutarak yürüyebiliyorum. Bahar dallarında olması gereken çiçekleri yerlerde gördüğüme üzülüyorum. Ağaçların devrilip kesilecek olmasına da... Ben uykumdayken bu zararları vermiş rüzgar. Ama uyanık olsam ne işe yarardı ki? Gücüm her çiçeği dalında tutmaya, her ağacın kökünü sabitlemeye yeter miydi? 

Küçük bir kız çocuğu, annesiyle beraber kaldırıma çiçek sepetlerini yerleştiriyor. Birbirinden güzel renklerde nefis kokulu çiçekler. Bugün "8 Mart Dünya Emekçi kadınlar günü". Kadınını çiçekle mutlu etmek isteyenler için birkaç demet çiçek satacaklar. 

Çiçek dalında güzeldir, ama bunlar belli ki seralarda satılmak için yetiştirilmiş olanlar. Çiçek dediğinin seçme şansı yok zaten. Küçük kızın burnu, kulakları pembeden kırmızıya dönmüş, elleri örgü ceketinin kısalmış kollarının açıkta bıraktığı bileklerine kadar kızarmış. Anneciği çiçekleri rüzgardan savrulmasın diye birbirine bağlamakla meşgul. Bu arada içi boş bir sepet hafifçe sürüklenmeye başlayınca, ufak kız koşup hemen onu yerine sabitliyor. Gözleri annesine çevrilmiş takdir bekliyor belki ama kadıncağızın kızıyla ilgilenmediği aşikar. 

Kimbilir kaç çocuklu bir ailede, kız çocuğu olarak doğmanın ezikliğiyle, hırpalanarak ve çalıştırılarak büyüdü bu kadın. Kendisi kücücük bir çocukken belki de birkaç kardeşini büyütmesi görevi verildi ona. Seçme şansı oldu mu acaba evlendirilirken, şimdi bu kaldırımda olmayan kocasıyla. Bu küçük kız çocuğuna hamile kalmayı istiyor muydu? Doğduğunda dayak yedi belki de 'bir erkek çocuğu doğuramadığı için'. Yaşama gelirken ailesini ve kaderini belirleyemediği gibi yaşarken de elinden birşey gelmemişti. Güzel bir kadın, başındaki kirli tülbent örtüye, üzerinde karmaşık renkli kıyafetlere rağmen, yüzündeki çizgilere, dudağındaki yaraya ve çürük dişlerine rağmen. Ama tüm kadınlar güzel değil midir? Fırsat eşitliği olsa, biraz temizlenip, kendine bakım yapmayı becerebilse, her kadın kadar güzel bu kadın da.

Bir emekçi kadın, diğer kadınlara çiçek alınsın diye işbaşında bugün. Acımasız rüzgarın savurduğu bir bahar dalı çiçeği, kökleri yere sağlam basamadan yıkılmış bir ağaç, kurumaya başlamış ama çürümemek için direnen bir yaprak... Birkaç çiçek satıp akşama bir çorba içirecek kızına. Kaderine yön veremeyecek, rüzgara göğüs germeye gücü yok, kızı da farklı bir hayat sürmeyecek...

Birkaç adım uzaklaşmışken yanlarına geri dönüp bir çiçek almak istediğimi söylüyorum. Bana en güzel çiçekleri seçmesini istiyorum. İki demet pembe karanfil uzatıyor. Harika çiçekler! Ödemesini yaptıktan sonra, emekçi kadına çiçekleri geri uzatıp, 'kadınlar günün kutlu olsun' diyerek kadına veriyorum çiçekleri. Şaşkınlıkla yüzüme bakıyor. Daha önce hiç kutlayanı olmamış belli ki!