30 Ağustos 2014 Cumartesi

DÖRT AYAK ÜZERİNE

Dünyaya gelişim, her canlının olduğu gibi, benim de kendi tercihim değildi. Ne zaman nerede doğduğuma dair elimde hiçbir kayıt olmadığı gibi, çok küçük yaşta yalnız yaşamaya alışmam gerektiğinden hafızamda da bu konuda yerleşik ve hatırlanır bir bilgi yok. 

Tüm bildiğim, kendime ufak bir AVM bahçesini mesken edinmiştim. Bu mekan tek katlı bir pasaj, içinde 8-10 esnafın çalıştırdığı dükkanlara ve bir bilindik marketin küçük şubesine ev sahipliği yapan bir yerdi. Market içinde küçük bir fırın çevre sakinlerine her sabah sıcak ekmek hizmeti verdiğinden ve ben de oranın müdavimi olduğumdan, her ekmek alanın gözlerinin içine can alıcı bakışlarımı fırlattığımda ve ilgilenmeyenlere sırnaşarak bacaklarına sürtündüğümde garanti bir çimdik taze ekmek koparıp bana ikram ederlerdi. O günlerden gelen bir taze ekmek düşkünlüğüm var. Ama ne yazık ki çok uzun süredir, ne fırından taze çıkmış ekmek sunuldu önüme, ne de kokusunu duydum. 

Asıl hikayemin bu AVM ile veya benim taze ekmek hasretimle ilgisi yok elbette. Sadece birgün bu AVM bahçesinde, yine kendimi sevdirmek için paçalarına sürtündüğüm bir ablanın, beni yakalaması ve bir kafese tıkıp aynı AVM'deki veterinere götürmesi, veteriner ablanın acımasızca bana iğneler batırıp, vücuduma acı hissettirmesi haricinde, bir daha bu mekana hiç uğramadığımı belirtmem yeterli. Beni kafesten çıkarın diye bir patimi kafesin dışına uzatmam, acı acı miyavlamam, umurlarında olmadı. Dünyaya gelmeyi ben tercih etmemiştim ama nasıl yaşayacağıma kendim karar verebileceğimi sanmıştım. O kafesin içinden, korkum giderek artarken, " bırakın beni ne olursunuz, ben hamileyim!" demem bile sonucu değiştirmedi. Beni, bahçeli bir evin içine girdiğimizde kafesten çıkardılar. İlk hedefim kaçmak oldu. Ama nafile o güzelim bahçeye çıkışların hepsi kapalıydı. Kapılar ve pencereler sımsıkı örtülmüştü. Zaten kış mevsimindeydik, daha yeni yıla gireli 3-4 gün olmuştu. O kadar güzel yeşil gözlerim olmasaydı ve anlamlı bakmasaydım, bir de herkese sevgi delisi olarak yaklaşıp, sürtünüp kendimi sevdirmeseydim, bütün bunlar başıma gelmezdi... Kaderime boyun eğip, korkudan bir kenara sindim ve orada endişe içinde oturup beklemey başladım. Özgürlüğüm elimden alınmış ve başıma geleceklerdn bir haber, yanıma yaklaşmamalarını dileyerek ve içimden bildiğim bütün duaları ederek ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Beni buraya alıp getiren ablanın çocuğu olduğunu öğrendiğim ufak insan yavrusu yanıma yaklaşmaya başlayınca topukları yağladım. Önce bir kuytu köşeye saklandım, sonra dolap tepesine sıçradım. Nereye kaçarsam kaçayım beni buluyor ve yakalamaya çalışıyordu. Karnımdaki yavrularla çok hızlı hareket edecek gücüm kalmadığında pes ettim ve artık başıma ne gelecekse gelsin diye kendimi bu ufaklığın ellerine bıraktım. Hayat tecrübem çok fazla olmasa bile birkaç kez AVM içinde kuyruk ve kulak kesen ufak insan yavrularının varlığına ait hikaye anlatanlara kulak misafiri olmuştum. İşte şimdi benim de başıma gelecekler belli olmuştu. Yaşamı seçmediğim gibi başıma gelecekleri de ben belirleyemeyecektim. Üzerime doğru yürüyen bu ufaklık, yüzünde haşin bir gülümseme taşıyor, abla da diğer taraftan çocuğa yardımcı olmak için kaçış yollarını kesiyordu. Ufacık bir koridorda ikisinin arasında direnişe son verip yere iyice yapıştım. Kalbim küt küt atarken çocuğun sıcak elleri karnımın iki yanından bana dolandı ve beni havaya kaldırdı. Sorarım size, kuş gibi uçmak için kanatlarınızın olması şart mı? Değilmiş, ben o an anladım. Çocuk beni havaya kaldırıp hava da bir salto attırdığında yere düşerken heyecandan kalbim duracak sandım. Neyse ki benim 4 ayak üstüne düşme becerim olduğunu hatırlamam pek fazla zamanımı almadı. Vınnn... Kaçış o kaçış. Evin ikinci katından birinci katına öyle hızlı indim ve kendimi öyle çabuk sakladım ki, görünmez olmayı başardığımı düşünmeye başlamıştım. Susadım ve doğrusunu söylemek gerekirse sakinleştikçe acıktığımı da hissettim. Çocuk ve ablanın ayaklarını görebildiğim kadarıyla beni arıyorlardı. İkisi de 'Muffiiiin, pisi pisi, gel pisi, gel, Muffin' diye sesleniyorlardı. Muffin'in bir çeşit kağıtlı kek olduğunu markette öğrenmiştim. Biraz pofuduk, lezzetli ve çok sevilen bir kek türü. Ama muffinin seslenince gelen bir kek olduğunu bilmiyordum. Aradaki pisi pisi deyişini daha önce duymuştum. Bu kedilere verilen genel bir isim. Ama muffin ve pisi kelimeleri birarada tekrarlandığı için kafam karışmıştı. Demek ki yanlış bildiğim doğrular varmış benim de... Neyse beni çok fazla ilgilendirmiyor bunlar, benim peşimi bırakmış olmalarına seviniyorum, gerisini muffin düşünsün, bu kadarı bana yeter!

Günler geçtikçe daha itinayla kucaklanır oldum, her ne kadar kucak sevmesem de ilk hareketi yapıp pati atmadan önce hep bir miyav uyarısı veriyordum. Bu evin en fazla ilgi göreni ben miyim, yoksa muffin denilen kek mi bir türlü anlamadım. Gözümün içine baka baka bana Muffin demelerini hiç anlayamadan etrafta, kek falan görmeden geçen bir haftadan sonra, beynimde bir aydınlanma yaşadım. O 'kek' bendim! Ama ben kendimi kedi sanıyordum. Bu sorumun cevabını almak için defalarca kez evden kaçmayı denedim. Yan komşunun kedisine sorabilirsem belki o bana anlatırdı durumu. Ama nafile çabalar. Beni asla dışarı bırakmadılar ve içeride hapsettiler. Kendileri de açıklama yapmadılar. Sadece Muffin dediklerinde yüzlerine bakmaya veya yanlarına gitmeye başlamıştım ve bunun karşılığında sevgi, ilgi ve mama alıyordum. Ama ne ilgi, kakamı yapmam için bana özel bir kapaklı tuvalet, içine beyaz kum koymuşlardı ve ben işimi bitirince hiç bana kızmadan gidip kumu temizliyorlardı. Bu hayatı ben seçmedim ama bundan şikayet edecek bir taraf da bulamadım. Karnımdaki bebeklerim büyümeye başladığında, abla, yani aslında beni sahiplenip evini bana yuva olarak açan ve benim için hiçbir fedakarlıktan kaçmayan kişi, kilo aldığım düşüncesiyle mama kabıma az mama koymayı düşündü. Ama ben zaten çok fazla mama yemediğim için aklından 'bu işte, bir iş olmalı' diye geçirdi. Ve haklı çıktı. Tam 7 yavru dünyaya getirdim. Hepsi birbirinden fırlama ve akıllı 7 minik 'kek'cik. Bir tanesi simsiyah, diğeri sapsarı, biri sarı-beyaz-siyah lekelere sahip, ikisi bana çok benziyor kaplan desenli, diğeri siyah beyaz çizgili, bir tanesi kahverengi ama hepsi lacivert renk gözlü, 3 dişi 4 erkek miniklerim. Abla evin bir odasını bize tahsis etti. Ben minikleri emzirip dinlenmeye çekiliyordum. Uyanık oldukları her vakit yanımızda abla ve çocuğu bizimle oynuyordu. Ben en çok, çocuk ve arkadaşları yavrularımı severken endişe içinde kalsam da, abla etraftaysa rahatlıyordum. Bir defasında abla yokken çocukların geldiğini görünce, koşa koşa yavrularımı koruma dürtüsüyle, onların olduğu sepetin içine girip üstlerine oturmuştum. Zavallıları,ezerek, kendim öldüreceğimi hiç farketmedim. Neyse ki abla çocukları görüp arkalarından odaya geldi ve beni öyle görünce hemen müdahale etti de kurtardı miniklerimi. Bana Muffin dedikleri gibi yavrularıma da çeşitli isimlerle hitap ediyorlardı. Çocuk sahibim en çok kara oğlumu sevdi. Elinden hiç düşürmediği bu yavruma 'Marmadük' adını verdi. Marmadük diğer kardeşelrine göre daha yavaş öğrenip, daha hareketsiz durduğu için aslında evin çocuğunun onunla ilgilenmesinden memnundu. Çünki bu sayede havalara uçuyor, diğer yavruların sahip olmadığı ilgi ve alakayı görüyor ve özel hediyelere sadece Marmadük ulaşabiliyordu. Yavrularım büyüdüğünde birer birer yeni evlerine uğurlandılar. Her defasında arkalarından, neredeler diye evde aranıyordum. Çünki abla bana farkettirmeden, birer birer, her birini bulduğu ailelere veriyor, sonra benimle sohbet edip beni seviyordu. Yaşamımı hiçbir yönüyle ben idare edemediğim için ne söylesem bir etkisi olmayacağından artık sessizce boyun eğmeye başlamıştım. Birgün sadece Marmadük kaldı. Diğer altı yavrum gitmişti. Marmadük ise bir prens muamelesi gören evin şımarık bebeği oldu. Abla beni, çocuğu oğlumu çok sevdiler. O ilk AVM bahçesinden alınıp eve getirildiğim günü düşündükçe sevinirim. Yavrularımı doğurduğumda bahçe karlarla kaplıydı. Sokak kedisi olarak doğum yapmış olsaydım, ne ben kendimi doyurabilirdim, ne de yavrularıma bakabilirdim. Belki de doğdukları gece daha oracıkta soğuktan donarak ölebilirlerdi, kimbilir? 

Bahar geldiğinde, oğlum Marmadük ile yavaş yavaş bahçede dolaşmaya başladık. Ben çok uzaklara gidip, bütün gün dolaşıyordum ama Marmadük bahçeden ayrılmasın diye sıkı sıkı tembih ediyordum. Ben eve dönerken ona, kuş yavrusu, kertenkele, yılan, fare yavrusu, kurbağa ve çekirge getirmeyi ihmal etmiyordum. Dedim ya, Marmadük çok hareketli olmadığından ve evin çocuğu da onu dışarıya bırakmaya razı gelmediğinden, evde kalmaktan hiç rahatsız olmuyordu. Ben ne zaman bir kertenkele yakalasam evin içinde peşinden koşuyorduk. Onun da avlanmayı öğrenmesi için önüne bırakıp ne yapacağını izliyordum. Fakat bazı günler evde komik bir şekilde abla ve oğlu da bizimle beraber kertenkelenin, çekirgenin, kurbağanın peşinden koşturuyorlardı. Hem de çığlık çığlığa... Kah gülerek kah bağırarak... Yılan ve fare yavrusu denemelerim bahçeye kadar getirmekle sınırlı kaldı. Çünki büyük oldukları için, ağzımda bu hayvanlarla eve girerken gören abla hep kapıyı, pencereyi yüzüme kapatıyordu. Yüzünde de dehşet bir görüntü oluşuyordu. Sonuçta Marmadük bir avcı olmadı. Ne yazık ki oğlum bahçelerde koşturup oynasa da yemek yemeye hep eve geldik, yemeğimizi yedik ve tekrar dolaşmaya çıktık. Marmadük en fazla evdeki böcek ve sinekleri yakaladı. Hala da avcı ruhu yok. Sadece kendisine birkaç arkadaş edinip, onları eve davet ediyor ve mamamızdan ikram ediyordu. Önce abla ve çocuğu Marmadük'ün arkadaşlarını eve almıyor bahçede besleyip oynamasına izin veriyorlardı, bir süre sonra onlar da eve girip çıkmaya başladılar. Marmadük, artık istediği arkadaşını davet ediyor, evde oyun oynuyorlardı, ancak ben, annesi olarak, engel olmaya çalışıyordum. Sonuçta abla ve çocuğunun bize yaptıkları iyiliği suistimal etmemeliydik. 

Marmadük ve ben birgün karga tulumba birer kafese konulup başka bir eve götürüldük. Bahçesiz bir apartman dairesi. Burası normalden daha ufak bir evdi. Bizim alıştığımız geniş ev ve bahçe yoktu. Burada abla ve oğlu da yoktu. Biz bahçeli evimizde yaşarken hissediyordum ancak ablaya bir türlü ifade edememiştim çocuğunun hasta olduğunu. Benim altıncı hislerim çok güçlü, hem ben hastalıkları tespit edebiliyorum, ama insan dili bilmediğimden anlatamıyorum. Zaten o dönem abla da çok yorgun ve moral olarak zor bir süreç yaşıyordu. Hayatında pek çok değişim yaşıyor ve hiçbir şeyi farketmediği gibi yaşamındaki gelişmelerden de mutsuz olmuş, isyankardı. Başına gelenlerin yaşanması gerekenler olduğunu kabul etmediği gibi, içinde kaybolduğu sarmalden silkelenip kurtulamıyordu. Tek duası bir an önce bir olay olması ve yaşadıklarının hepsini ona unutturmasıydı. İşte çocuğunun hasta olduğunu öğrendiğinde bu dileğinin gerçek olduğunu anladı. Son pişmanlık fayda etmez misali bir daha dua ederken bile olumlu düşünmeye başladı. Biz başka bir evde, abla ve oğlu hastanede çok uzun zaman birbirimizden ayrı kaldık. Marmadük yeni evimizde de uslu durmadı. Hatta kendini yemeğe verdi. Dışarı çıkamadığımız gibi, alan o kadar küçüktü ki oyun oynamaya, kudurmaya bile yer yoktu. Biz yine de evde kimse yokken tüm boğuşmalarımızı yaptık. Hareket etmek zorundayız ve zaman geçirmenin başka yolu yoktu. 

Marmadük artık burası yeni evimiz diye düşünüyordu ama ben birgün yeniden abla ve çocuğuyla yaşayacağımızı hissediyordum. Birgün ikisi de bu eve çıkageldiler ve bizi öyle mutlu ettiler ki... O zaman öğrendik çocuğun babasının evinde olduğumuzu ve burada geçici bir süre kalıp eve geri döneceğimizi. Elbette bu bize moral oldu. Çocuğun bizi yüzünde bir maske ile seviyor olması, ellerini sürekli yıkaması durumun ciddiyetini gözler önüne seriyordu. Marmadük ve ben o günden sonra bekleyişimizi hiç soru işareti yaşamadan sürdürdük. Burada geçici bir süre ile bulunuyorduk ve çocuk iyileşir iyileşmez, bizimle yaşamasına izin verilir verilmez yine beraber olacaktık. Sevincimizden koltukların tepesinden kaç kez atladık, kaç kere birbirimizin tepesine zıplayıp altalta üstüste tepindik hatırlamıyorum. Bu evde bize çocuklarına bakar gibi ilgi ve sevgi gösterdiler. Evin misafiri değil sahibi gibiydik. Kedielerden nefret eden baba çocuğu için bize katlandı, hatta zaman içinde bize alıştı, ayrılırken üzüldü bile. Evdeki abla ise tam bir kedi severdi. Hem çocuğu, hem de bizi çok seviyor olmasaydı bugünler nasıl geçerdi? Biz de bu ablayı çok sevdik. Baba ve bu abla bizi çocuğun yeni evine bırakıp gittiklerinde arkalarından biraz hüzünlü baktık, ama yeni evin sağını solunu gezdikçe, yavaş yavaş alıştık. Burada tanıdığımız eşyalar olduğu gibi daha geniş bir alan var. Hem bahçeye çıkamasak bile balkonda uzun uzun vakit geçirebiliyoruz. Açık havayla bağlantı kurmak bile güzel. Zaman herşeyin ilacı der ya insanlar, aynen öyleymiş. 

Bir zamanlar, beni yakalayıp kafese tıktıklarında, bir eve hapsedip, dışarı çıkarmadıkları ve kaçamadığımda isyan edip, lanet ettiğim şeylerin, şimdi düşününce ne kadar büyük bir lütuf olduğunu anladım. Hamile olarak sokaktan alınmam, eve getirilmem, en güzel mamalarla beslenmem, Muffin adıyla adlandırılıp, bir kek gibi beğeniyle ve iştahla sevilmem... Hayatımı ben yönlendirip yönetemedim, hepsi kendiliğinden olup biten birer tesadüftü, ya da benim istediğim ve bilinçsizce düşündüğüm şeylerdi, ya da dualarım ve isteklerimdi, hiç farketmez...  Hayata gelmeyi tercih edemedimse de, yaşadıklarım için her zaman şükretmeyi öğrendim. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder